|
|
|
S/S
İSKENDERUN Yolcu Gemisiyle 1972 AKDENİZ TURU
|
|
|
Hazırlayan: Haluk Özözlü
|
|
|
Yıl 1972 İstanbul, gençlik dönemi, kentin önemli yerlerini fotoğraflamış
gözümü Akdeniz’de ki değerlere çevirmiştim, fotoğraf tutkusu
ağır basıyor, karşı konulmaz bir hal alıyordu, kendimi yörüngeye
fena kaptırmıştım öncelikle bütçe kısıtlı, harçlıkla adım adım
Ege, Akdeniz nasıl olacaktı. Mevsim yaz, okullar kapanmıştı.
Gazetede gördüğüm ilan aklımı çeldi, daha doğrusu baştan çıkardı,
daha iyisi olamazdı. Durumu mahalle arkadaşlarıma anlattım,
haydi hep beraber gidelim dedimse de binbir çeşit bahane ile
vapurda bir hafta boyunca hep gitmekten sıkılacaklarını söyleyip
yan çizmişlerdi.
Sadece kafa dengi arkadaşım İsmail “ben varım” dedi. Kafa dengi
diyorsam ben Beatles o Rolling Stones dinler, ben uçak maketi,
o tekne maketi yapar, ben fotoğraf çekerken o kitap okumayı
tercih ederdi ama yine de kafa dengiydi.
Akdeniz
Seferinin bilet fiyatları içinde öğrenci işi kesemize en uygunu
150 TL yemeksiz, kamarası olup mevkii adı Güverte Bileti olarak
geçiyordu. Seyahatin uğrak noktaları ise İzmir, Bodrum, Marmaris,
Fethiye, Kaş, Alanya, Mersin İskenderun’a kadar gidilecek, limanlardan
bazılarına gidişte, bazılarına dönüşte uğranılacaktı.
Çok yer görecek Akdeniz’i baştan sona fethedecektik, bundan
daha iyi daha ekonomik fiyatlı foto safari olamazdı. Kesin kararı
verip, Karaköy Galata’da bulunan Denizcilik İşletmesinin yalı
binasının bilet satış ofisine gittik. Bina tarih kokuyordu,
tüm gemilerin biletleri buradan tedarik ediliyor, gemi yolcusu
olacak özel insanları barındırıyordu. Topkapı Sarayı manzaralı,
ferah, aydınlık, çok camlı zemin katında ki satış ofisinden
iki bilet aldığımız zaman sanki geminin tapusunu almış gibiydik.
Günü ve saati geldiğinde rıhtıma yanaşık İSKENDERUN adlı gemiye
bindik.
Rıhtıma indirilmiş merdivenlerden basamakları çıkar çıkmaz gemi
görevlisi bizi kapıda karşıladı, biletlerimizi alıp, "beni
takip edin" diyerek o önde biz arkada yürümeye başladık.
Gemi boyunca güverteden güverteye epeyce yol gittik. Dik demir
yüksek basamaklı merdivenlerden çıktık, düz gittik, tekrar çıktık,
güverteden geçtik, hala gittik, içimden daha ne kadar gideceğiz,
hala aynı gemidemiyiz, diye düşünürken, üst güverte filikaların
altından geçip sağa döndük, homurtuya benzer sesler duymaya
başlamıştık ki çift çıpalı amblemli, devasa büyüklükte ki bacaya
bitişik 10 no lu kamaranın kapısı önüne geldik. Kamaranın içinden
adeta baca geçiyordu, bir başka deyişle yoksa kamara bacanın
içinde miydi tam anlayamadan kamara iki duvarında dayalı iki
ranzalıydı, başkaları da mı gelecekti, manzarası da lumbozu
da yoktu.
Kamarot “buyurun gençler kamaranız burası” dediğinde bende şafak
atmış, yüzüm düşmüştü. Hoppala burası cehennem gibi sıcaktı,
“Aman beyfendi burada nasıl kalınır, fırın gibi, pişeriz, uyunmaz
burada” diyecek oldum, görevli bu cümleyi çok defa duymuş olacak
ki, “Zaten kimse kamarada kalmıyor, çantanızı kamaraya bırakırsınız,
gece olunca battaniyeyi alır, güvertede sezlongta uyursunuz,
herkes öyle yapıyor" dedi.
Bir nebze olsun rahatlamıştık. Moralman toparlandık, soluğu
kıç tarafta bulunan havuz barda aldık. 70’lerinn favori içkisi
Cinzano’yu bilir, Galata Köprüsü 5 numaralı vapur iskelesinden
kalkan Büyükada sürat postası Fenerbahçe vapuru barında içtiğimiz
bir içki olduğu için severdik, tereddütsüz siparişleri verip
şezlonglara kurulduk. Akdeniz seferine çıkacak olan İskenderun
yolcu vapuru yavaş yavaş bilette yazıldığı saatte, 14.00'de
Galata rıhtımından ayrıldı, römorkör iskele sancak gemiyi rotasına
çevirdi, Sarayburnu dönüldü, İstanbul gerilerde kalmaya başladı.
Gidiyorduk.
Çanakkale'den çıkıncaya kadar yolcularda bir ciddiyet, bir resmiyet
Uzak yol yolcu gemilerinde ilk hareket saatleri bir başka oluyormuş,
bunu yaşayana kadar bilmiyordum. Her yolcu gemiye, kamaraya
yerleştikten sonra güvertede yerini seçiyor, tetkik ve incelemelere
başlıyormuş.
Kim
kimle, kim arkadaş arıyor, kim mazbut, kim kimin ailesi gibi
durumlar gemi Çanakkale’ye kadar belli oluyor, herkes birbirini
uzaktan tartar sonra tanışmalar sohbetler, samimiyetler kurulur,
masa etrafında kâğıt oynanırmış.
Hatta öyle ki akşam yemek saatinde kim lüks, kim birinci mevkii,
kim yemekli bileti almış yolcu, o bile belli olurmuş. Bunların
tümü bizim umurumuzda değildi, amacımız belli, geminin durduğu
yerde inip, çevrede ulaşabileceğimiz ne varsa fotoğraflarını
çekip, son dakikada gemiye yetişmekti. Bu nedenle gece yol gidip
sabah iskeleye yanaşan veya açıkta demirleyip yolcuyu karaya
yolcu motoruyla çıkaran gemide yemekli bilet almamıştık. Kahvaltı,
öğlen yemeğini çıktığımız limanda yiyor, gemi akşam geç kalkacaksa
akşam yemeği de gemi dışında gideriliyordu. Sorun yoktu, güle
oynaya, omzumda Kodak Retina 1A fotoğraf makinesi, elimizde
belki de ikinci Cinzano Biyenko veya arasıra Bitter kadehleri
içinde buz, limon dilimi, deniz havası eşliğinde yol alıyorduk.
Keyfimize diyecek yoktu ama gemide sıkılanlar belirmeye başlamış,
bunun ilk belirtileri gemi içi turlamaları olarak kendini gösteriyordu.
Bazıları aynı yerden birkaç defa geçince gayri ihtiyari dikkat
çekiyor, bakışmalar, gülümsemeler yakalanıyor, sonuçta selamlaşma
ve tanışma faslına geçilerek sohbet ortamı doğuyordu. Hiç hesapta
yokken kağıt oyunlarından pişti, pis yedili oynayıp, fotoğraf
çektirip, sohbet edecek bazı arkadaşlarımız olmuştu.
Yemek saatinin geldiğini belirten melodili ve davetkar gong
sesi
İskenderun Yolcu Gemisi Akdeniz seferinin ilk akşam yemeği gongu
geminin her yerinden duyulacak şekilde melodik, iştah açıcı
ve davetkar biçimde hoparlörlerden yankılandığında "yemekli"
bileti alan yolcular, Birinci Mevkii yemek salonuna restoranın
yolunu tutmuşlardı bile. Şezlonglar ahenkle boşaldı, bulunduğumuz
havuz barda bir barmen bir de biz kalıverdik. Acı bir durum
gibi görünse de, vardı yanımızda bir şeyler, tedbirli binmiştik,
içeceklerin yanında da çerez, soğuk kanepe de veriyorlardı,
bu nedenle çok da umursamamıştık, restoran yolcusu olmamayı
takmıyordum, ta ki yemek bitene, yeni edindiğimiz kız arkadaşlar
“Sizi restoranda göremedik, neredeydiniz diyene kadar. Onlara,
yemeksiz yolcu bileti aldığımızı yemekleri dışarıda yemeyi düşündüğümüzü,
gemiye yemek saatinde bağlanmak istemediğimizi anlattık ama
aslında buna biz de inanmamıştık.
Sorun yoktu, neşemiz bol, keyfimiz gıcırdı. İzmir’e yanaştığımızda
limanda kalış süresi azdı, 9 sene İzmir’de yaşadığım için bildiğim
kadarıyla o süre içinde fotoğraf çekmeye uygun bir şey bulamam
diye ben İzmir’e inmemiştim. Arkadaşım karaya çıkmış, dönüşünde
bir de tavşan yavrusu elinde gemiye öyle dönmüştü. Önceleri
sıkıldım, “bu bizi bağlar, neden aldın, nereye koyacağız şimdi
bunu” diye söylensem de arkadaşım, “çok uslu nereye koyarsan
orada duruyor, sen tavşanı takma kafaya” dedi. Nereden bilebilirdim
ki, beyaz pamuk tüylü yavru tavşan hayatımıza renk kattı, geminin
maskotu oldu, her gün hiç tanımadığımız, kadınlar geliyor, tavşanınızı
biraz sevebilirmiyiz diye soruyor, ismini, neler yediğini soruyor,
sohbet ediyor, gezdirip getiriyorlardı.
Tavşan sayesinde tüm kapılar açılıyordu
Methini duymuşsunuzdur, gemi yemekleri, mutfakları, tabakların
çapı, porsiyonların bolluğu muhteşemdir. O yıllarda gemi aşçıları
büyük otellerin aşçılarına taş çıkarır, gemi ismiyle zikredilir,
referans sahibi olurlardı. Gemiden ayrılıp otellere transfer
olsalar bile şu geminin aşıcıymış diye anılırdı.
Tavşanı kucağıma aldım mutfağın kapısına dayandım, içeri girmeden
başımı uzatıp, tavşan için bir havuç veya marul yaprağı verebilir
misiniz diye utana sıkıla sordum. Aşçı bir bonkör, bir candan,
bir o kadar içten çıktı ki anlatılamaz, tavşana yesin diye verdikleriyle
iki kişilik mevsim salatası yapılabilir, o derece bonkör, bir
aşçıydı. Tabak ta börek uzattı, "şimdi yaptım bunu da sen
ye" dedi. Tavşana ben bir şeyler ayırırım yine diye ekledi,
tabağı verirken de saat üçte pasta çıkacak mutlaka gel tamam
mı, gel ama diye söz alıp, tembihledi.
Şaşırmış vaziyette yiyeceklerle havuz bara çıktığımda tavşan
da, biz de sevinmiştik. Söz verdiğim saatte mutfağa gittiğimde
pastaları almış, havuz başında arkadaşımla yemeye başlamıştık
ki. "Restoranda sizi göremedik" diyen kızlar bu defa
önümüzden geçerken pastaları nerede satıyorlar diye sordular.
Onlara pastaların henüz çıkmadığını akşam beş çayı için hazırlandığını
restoranda pasta arabasına konulacağını çatalı bıçağı ucunda
pasta lokmasıyla sallayarak anlatmıştım.
|
|
Antalya
Perge antik şehrinden kent kapıları, 1972 yılı haliyle içerden
ve dışardan görünüşleri, Aspendos Tiyatrosu, Side antik kenti
girişinde yer alan Şehir Kapısı
1972 yılında siyah beyaz fotoğraf çekiyor, sabit objektifli
Kodak Retina 1A kullanıyordum, Perge antik kenti ören yeri gezisinde
o yıllarda açık havada girişte sağda bulunan lahit kabartmalarını
çektiğimde define bulmuş gibi seviniyordum. Kısıtlı zaman içinde
çevrede doğa ve ören yeri olarak fotoğrafı çekilecek o kadar
çok şey vardı ki, yetişmek imkansızdı.
|
|
Akdeniz sahilinde bazı limanlarda yanaşacak iskele yoktu
İzmir, Fethiye, Alanya, Mersin tamamdı da Kaş, Marmaris, Bodrum
açıkta demirlediğimiz yerlerdi, yolcu motorları gemi merdivenine
yanaşıyor, bir iki lira ücretle yolcuyu karaya çıkarıyor, dönüşte
yine gemiye bindiriyordu.
Gemi içinde kapıya yakın yerde günlük tur programları asılır,
gemi hoparlöründen minibüsle yapılacak gezi turuna katılacak
olanlara ören yerleri, uğrak yerleri ve tur ücreti konusunda
bilgi verilirdi. Bu organizasyonun baş müşterisi bizdik, tur
cazipse hemen yerimizi ayırırdık. Mesela Alanya öyleydi. İskeleden
minibüse binince Alanya, Manavgat, Aspendos, Perge, Side’yi
zahmetsizce geziyor, fotoğraflıyor, belli ücretle her yeri görebiliyorduk.
Gemiye dönünce de havuz başında, üst güvertede herkes gün içinde
yaptıklarını, gördüklerini birbirine, biz de ballandıra ballandıra
gezdiğimiz yerleri anlatıyorduk.
Bodrum bambaşkaydı
Bodrum'da herkes birbiriyle dost, samimi, arkadaştı, hiç tanımadığınız
sünger avcılarıyla koyu sohbetlere girebilirdiniz, teknesiyle
balığa çıkanlar da öyle içten, candan kişilerdi, kafalar hep
iyiydi, şarap şişeleri yanlarındaydı, kimse yan gözle bile bakmazdı.
Çarşı dükkanlarının cepheleri sırayla asılmış iri, makbul, otomobil
yıkamaya son derece elverişli süngerlerle doluydu.
Bodrumun
bir özelliği de kahvaltıcılarıydı, merkezde çarşının arkasında
üç beş masalı küçük dükkanlarda verdikleri kahvaltıda köy ürünleri
ile tıka basa doyulurdu.
Sahanda tereyağlı köy yumurtası, hakiki petek bal, kızartılmış
ekmek, has tereyağı ve kalın, koca bir cam bardakla köylerden
getirilmiş, kaynamış buram buram kokusunu duyduğunuz sıcak süt
olurdu.
Geç uyanıp geç saatte yapılan Bodrum kahvaltılarında çay içilmezdi,
iki bardak gerçek kaymak tutan sıcak süt içince enerjik olunur,
akşam yemeğine kadar acıkılmazdı.
Bodrum'da gemiden inince bizi figüratif Batik tarzda temalı
resimler yapan İstanbul, Cadde'den, Moda'dan, Acıbaden'den arkadaşım
ressam Selçuk Togul karşılamıştı.
Selcuk Halikarnasın yanında ki bir sokakta bir sezonluk ev tutmuş
Bodrumda yaşama sanatını çok yıllar önce keşfetmiş çok sevdiğim
bir arkadaşımdı, günün büyük kısmını sohbetle geçirmiştik ayrılırken
motorcuları tanırdı, geminin merdivenine kadar gelmişti.
Yanlış hatırlamıyorsam Marmaris’e indiğimizde bu defa şehir
turuna katılmadık, kendimiz gezecektik. Ben gövdelerini çizince
yağ akan sığla ağaçlarını merak ediyordum, bu ağaçları görmek
için gittiğimiz yere epeyce yürümüştük, yaz sıcağı haliyle sulu
şakalar, acımasızca ıslatmacalar yapıyor, gülüp geçiyorduk.
Bir yerde balık yanında da şarap söylemiştik. Yabancı olduğumuz
hemen fark ediliyordu, zaten geminin geldiği zamanı esnaf biliyor,
gelenlere gemi yolcusumusunuz diye sorduğu yıllardı, müşteri
kıymeti vardı, hele gemi yolcusu olduğunuzu söylerseniz daha
fazla ihtimam gösterilirdi.
Sanki lüks yemekli yolcusu gibi bize de öyle davranmışlardı.
Yemek bitti ben kalktım, arkadaşım yaptığım şakalara o zamana
kadar tolerans göstermiş, sabretmiş olacak ki revanşı toptan
almak için harekete geçmiş, şarap kovasında bulunan buzlarla
suyu gömleğimin yakasını geri çekip ensemden aşağı sırtıma boca
etmişti. Neye uğradığımı şaşırmıştım, fena halde hem ıslanmış
hem buzlanmıştım.
|
|
HASTALANIP GEMİDE KALMAK
70 li yıllarda tee-sort giyilmezdi, gömlek giyer eteklerini
de palaska gibi kalın kemerli pantolonun içine sokardınız. Dolaysıyla
terli sırtımdan buzları hemen çıkartmak zaman aldı, çok güldük,
çok eğlendik, hemen kurur diye teselli bulduk, gemiye döndük
ama ertesi gün Fethiye’ye yanaşığımızda ben hastalanmıştım,
ateş 40 derece, yanıyordum, o halimi kimsenin görmesini, hele
kız arkadaşların görmesini hiç istemiyordum, o büyük büyük konuştuğum
girilmez buraya, fırın gibi kamara, göbek taşı daha serin dediğim
kamaranın yolunu mecburen tuttum.
Karada ki gibi değil, gemidesin, herkes geziyor, mutlu, sen
hastasın sana çorba yapacak annen, ateşine bakacak baban yok
yanında. Arkadaşıma "ben ölüyorum" dedim, "yok
ülen abartma ölmezsin, ben seni geminin doktoruna götürürüm
geçer" diyordu. "Bırak dalgayı, geminin doktoru mu
var" diye üsteliyordum, “koridorun önünden geçerken gördüm,
kapıda doktor yazıyor” diyordu.
Sendeleyerek son bir gayret gittik, kapıyı açıp ayağımı eşikten
yukarı kaldırıp içeri girdim. Demek ki koridora su dolarsa doktorun
odasına su girmesin diye eşik iki karış yüksek yapılmış, engelli
geçiş sağlanmış diye düşünürken doktor “Buyrun gençler” dedi
ve bana hasta kabul sedyesine oturup sırtımı açmamı söyledi,
sırtımı dinledi, "öksür, ağzını aç A de bir daha A de dedi.
Gidip masasına oturdu. Arkasında ki lumbozdan açık denize doğru
dalgalara bakarken, doktor reçete yazacak, ben de eczaneye gidip
ilaçları alacağım herhalde, kimbilir ne zaman iyileşeceğim diye
düşünürken, borcumuzun 14.50 TL olduğunu belirtti, bir de külaha
koyduğu iki kapsülü verdi, dört saat arayla iç, kamarana git
yat dedi.
Büyük konuşmamak lazımmış diyerekten bacanın içindeki duvarları
fırın gibi sımsıcak kamaraya girdim. İlacı yuttum, arkadaşıma
da sen benim yüzümden mahrum kalma, git Fethiye’yi gez, bana
da gelirken bir saksı ful çiçeği al, anneme söz verdim dedim,
arkadaş "peki o zaman" dedi ve gitti.
Ter üstüne ter, akşama dek gün boyunca boşalmış gemide tek başıma
yattım.
Arkadaş
hareket öncesi elinde üç, belki daha fazla kilo bakır bir bakraç
yoğurtla geldi, "bunu yiyeceksin" diyerek verdi, "yok
mok yiyemem" desem de kamarot görecek nereden aldınız bu
bakracı diyecek, başımız derde girecek, çabuk ye" diyerek
yarısını zorla yedirdi, "hadi gemi kalkmadan köylüye söz
verdim bakracı geri vereceğim, bitir şu yoğurdu" dedi,
en az iki kilo yoğurdu yememe sebep oldu, "inşallah kimseye
yakalanmam diyip", bakracı aldı gitti.
Zaman geçti gelmedi, zorlukla doğrulup, filikanın altından geçip
iskeleye bakmak istedim, heyhat nafile, açık denizde yol alıyorduk,
acaba arkadaş gemidemiydi, yoksa köylüye bakracı vereceğim diye
karada mı kalmıştı.
Döndüğünde “verdin mi köylünün bakracını” dedim, “ben haletlim”
dedi, bir daha sormadım ama nasıl hallettiğini tahmin ettim.
Tekrar gitti, bu defa geldiğinde “Oğlum kızlar havuz başında
seni soruyorlar” deyince kalkmak zorunda kaldım, havuz başına
geldim çaktırmadan sezlonga yarı yattım, yarı oturdum, hiç hasta
değilmiş gibi Cinzanomu söyledim, o terlemeler iyi gelmiş olacak
ki bir günde iyileşmiştim.
S/S İskenderun'un fethi
Yine gemi içinde her yerinde dolaşıyor, gemide görevli sayıları
140 civarında olan mürettebatla sohbetler yapıyor, hal hatır
soruyorduk.
Gemi adamları da sıkılıyor tabi, hiçbir yolcu onlara gelip demiri
nasıl atıyorsunuz, bundan sonra nerede hangi limanda atacaksınız,
biz de demir atılışın görmek istiyoruz, buradan şuraya, güverteye
çıkılır mı diye diye herkesle dost olmuşuz.
Kaptan köprüsüne çıkıyor, "geminin burnuna gitmek istiyoruz"
diye kaptanla konuşuyor izin alıyoruz. Kaptanın hatırını soruyoruz,
hatta kaptan, arkadaşlarıyla beraber Alanya’ya indiğimizde bizi
de davet etmiş, "Bamyacı" diye limanda ki kavun dondurmasıyla
ünlü bir dondurmacıya götürmüştü. Bir tencere tepeleme dolu
kavun dondurmasını çorba kaşıklarıyla altı, yedi kişi yemiştik,
damakta kokusuyla lezzetiyle kalıcı tat bırakan muhteşem bir
dondurmaydı.
Akdeniz'in sert dalgaları
Gemide en unutamadığım an ise Mersin dönüşüydü, Kıbrıs adası
açıklarından gemiye yandan yandan büyük dalgalar geliyordu,
gemi beşik gibi sallanıyor karaya açık geçiyorduk. Ayakta durmak
ne mümkündü ama biz geminin burnunda heyecan olsun diye demir
zincirlerin sahasındaydık, dalgalar artmıştı, tutunacak bir
yer yoktu, çömeldiğimi iyi hatırlıyorum, koca gemi burun vermiş
hop oturup hop kalkıyordu. Dalgaların sırtında tırmandığı zaman
kuleye çıkmış gibi, inerken, daha doğrusu gömülürken salıncakta
içi boşalır gibi hislerle dalganın altına giriyor, kuyunun dibinde
gibi oluyorduk, dalgalardan etrafımıza Çin seddi örülüyordu.
Daha fazla kalamadık, denize düşeriz diye gemiye döndüğümüzde
birinci mevki yolcusu çoktan kamaralarına kapanmış, kapıları
kapatmıştı, açık olanlar ise bir o tarafa bir bu tarafa şiddetle
çarpıyor, büyük ses çıkarıyordu. Biz ise kestirme diye tercih
ettiğimiz o daha önce hiç geçmediğimiz koridorda duvarlara omuz
vura vura zorlukla yürümüştük. Yolculuğun son durağında arkadaşım
tavşanı aldığı yere dönüşte geri verdi.
Ve ertesi gün Akdeniz turunu tamamladık, gemiden anons yapıldı,
valiz hazırlamak için yolcular kamaralarına kapanmışken biz
çoktan hazırdık yanımda bir çantam, bir de dekor olarak duvarıma
asarım diye köy pazarlarından aldığım yaba vardı, küpeşteye
dayandık, hareket ettiğimiz Galata Rıhtımına Liman Lokantası
tarafına bir torba çekilmiş film, bir ton anıyla yavaşça yaklaşarak
yanaştık....
İskenderun Gemisi'nin Özellikleri
İskenderun gemisinde filikadan başka bir de ahşap sürat teknesi
vardı.
S/S İskenderun Gemisi İtalya Cenova'da bulunan Ansaldo Cantiari
Navali Tersanesinde sipariş üzerine yapılmış.
6442 grostonluk gemi, Ansoldo Tersanesi yapımı ana makinelere
sahipti. Yük taşıma amaçlı üç ambarı vardı.
Geminin 10 adet 25 yataklı lüks kamarası, 17 adet 17 yataklı
birinci mevki kamara A ve 27 adet 54 yataklı birinci mevki B
kamara, 29 adet 116 yataklı II. mevkii kamara, 43 adet 148 yataklı
turistik mevkii A ve 8 adet 48 yataklı turistik B kamara bulunuyordu.
Ayrıca yazın 132 güverte yolcusu alabiliyordu. Toplamda 134
kamarada 408 yatak kapasitesine sahipti. 1964 yılında Hollanda'da
makinaları yenilenip onarılan gemi, 1970'lerin sonunda filodan
çıkarılarak 1980 başında Aliağa'da söküldü....
|
|
S/S İskenderun Yolcu Gemisi. 132 metre boy, 17.26 metre en.
Çift pervane, 16.5 mil hıza sahip. Detaylar yakında..
Denizcilik
İşletmesinin emektar uzak yol gemilerinden biri olan S/S İskenderun
gemisini en son Haliç'in paslı bulanık sularında, Ankara Transatlantiği
ile kafa kafaya vermiş halde gördüm, malum sona giderken yorgunluk
atar gibiydiler, kameramı kaldırıp çekerken elim titredi,
kader utansın diyerek uzunca
bir süre baktım, öylece kala kaldım...
sihirlitur.com
Ana Sayfasına dönmek için lütfen tıklayınız...
|
|
|
|