Yüksek
binalar, plazalar, gros marketler, AVM lerin olmadığı yıllarda kasaplık
ürünler hariç neredeyse her şey kapımıza kadar gelirdi, sokaklarımızdan
geçerdi. Teknoloji, ambalaj sanayi, mimari yapı tarzı, kurallar değiştikçe
ihtiyaçlarda bunlardan etkilenip yön ve şekil değiştirdi, bu gibi
işleri meslek edinen satıcıların bir kısmı işlerini yapamaz hale geldi,
bir kısmı yarıştan, ticaretten koptu.
Neler satılırdı neler, ne iş kolları vardı. Sokak sokak gezenler,
cadde, köşebaşı, meydan ve durakların yarı sabit satıcıları, okul
önü satıcıları, stat çevresi, sinema, restoranlarda satış yapanlar.
Ne çabuk ta kayboldular, yok olup gittiler...
Hızla büyüyen sanayileşen şehirlere, teknolojiye ayak uyduramadılar.
Yenileri de hoparlörleri ve cingıllarıyla tuhaf ve tatsız bir şekilde
karşımıza çıktılar! Neler geçmezdi ki, eski İstanbul'un, İzmir'in,
Ankara'nın diğer illerin sokaklarından. O yıllarda üç tekerlekli çekçek
arabaları yoktu, Her şey sırtta taşınırdı. Sloganlar ise çok farklıydı.
"Bohçacı geldiii hanımmmm!" Çarşaf, dantel, masa örtüsü, nevresim,
pikeleri gezdirirler, her kapıda bohçayı bir çırpıda açar, hanımlara
ısrarla gösterirler. Seyyar tabakçılar gibi taksitlerle de satarlardı.
Şans-kader-kısmet avazları ile niyetçi geçerdi... Zinciri beline bağlı,
elinde tefiyle ayıcı vardı.
Genellikle ay sonları maaşların bitmesini bekleyen eskiciler, "Eskiiiiler
alırım" nidalarıyla dolaşır, kullanılmış elbise veya eşyaları ucuza
kapatmaya çalışırlardı. Elbiselerini naylon eşya ile değişenler, şişelere
mandal verenler de vardı. Kundura tamircisinin de seyyarı vardı, ayakkabıların
burun ve topuklarına demir çakar, sonra da bir güzel boyarlardı. Mutfaklarda
kullanılan ve delinen gaz ocaklarını tamir için lehimciler geçerdi.
Çocukların bayıldığı pamuk helvacıları, süpürgeci, ne dediği pek anlaşılmayan
sütçü, galetacı, halkacıyı, rengârenk kıvrılmış kâğıtlarla rüzgâr
fırıldaklarını sepete koyan fırıldakçı takip ederdi.
At veya merkeplerin yanına dolaplar bağlayıp, içine de su damacanaları
koyup satan sakalar dolaşırdı. Hava kararıp gece olunca kışın bozacı,
salepçi geçerdi. Bir de bizlere güvende olduğumuz hissini uyandıran
mahalle bekçileri vardı. Onlar bir şey satmaz sadece düdük çalarlardı.
Askılı yoğurtçusu, zerzevatçısı, kalaycısı, hallacı, macuncusuyla
zaman tünelinde anılara yolculuğumuza başladık bir kere, böyle devam
ediyoruz.
Yoğurtçu
Yedi tepeli İstanbul'un parke taşlı Arnavut kaldırımlı sokaklarında
dolaşır, ellerindeki çanı sallayarak geldiklerini belli ederlerdi.
Öyle avaz avaz bağırıp etrafı rahatsız etmezlerdi. Hoparlörleri hiç
olmadı! Ahşap evlerin sokağı daha iyi görebilmek için ileri doğru
uzanmış cumbalarında ki kafesli giyotin pencerelerinden, uzatılan
sepetlere veya çocuklarla gönderilen tabaklara yoğurt koyarlardı.
Yoğurtçular, yoğurtları Silivri'den tepsiler içinde alırlar, ağaç
askının iki kefesine ikişer adet üst üste dizerlerdi. Yoğurt satışında
tabak önce el terazisinin kefesine yerleştirilip diğer kefeye beyaz
mermer veya düzgün taşlarla darası alınıp boş tabak dengelenir sonra
istenilen gram konurdu. Sipariş eğer kaymaksız isteniyorsa teneke
el küreğinin ucuyla kaymak tepsiden sıyrılır, bir silkeleyişte küçük
çekmeceye aktarılır sonra da külçe halindeki yoğurt bıçakla kesercesine
tabağa kalıp gibi yatırılarak tartılırdı. Tepsi yoğurtları doğaldı,
güzeldi, lezizdi, evde yoğurt yapmaya değmezdi.
O zamanlar ne 15-20 katlı gökdelenler, ne de paketlenmiş vakumlu bozulmayan
yoğurtlar, ne de meyveli yoğurt çeşitleri henüz icat edilmemişti.
Zerzevatçı
Manav dükkânları, marketler bu kadar yaygın değil iken sebze ve meyveler
semt pazarlarından ya da sokak sokak dolaşan zerzevatçılardan alınırdı.
Zerzevatçılar, at ya da merkeplerin iki yanına sabahleyin kalın iplerle
küfelerini bağlarlar, tüm sebzelerini yerleştirirlerdi, turfandacılık
bugünkü kadar gelişmediği için çok çeşit olmaz, ancak mevsimlikler
bulurdu. Her sebzenin küfedeki yeri ayrı olur, ortadaki eğerin veya
semerin üstüne de dereotu ve maydanoz demetleri konurdu. Satıcılar,
"zerzevatçıııı... Lahana, pırasa, ıspanak" diye bağırırlar, siparişler
el terazisiyle tartılırdı. Dolu küfelerin yükü altında ara sıra ayak
değiştiren hayvana da sık sık "çüşşş, bırsst" gibi durma komutları
verirlerdi. Mahallenin çocukları rahat vermezdi hayvanlara. Zerzevatçının
yanına tepsiyle gelen kısa boylu hanımlar küfe içindeki sebzeleri
görebilmek seçebilmek için küfeyi aşağı doğru çekiştirirken hayvanın
dengesini zorladıkları için zerzevatçıdan laf işitirlerdi. Tüm sebzeler
satılınca hayvanın sırtına binen satıcı, kabasına iki kamçı şaklatıp
adımlarını sıklaştırarak keyifle eve dönerdi.
Macuncu,
Şambalici, Turşucu, Horoz şekerci
Sokaklardan da geçerlerdi ama genellikle bu üçlü okul kapılarında,
okul çıkışlarında sık sık görünürlerdi.
Macuncu, ahşaptan yapılma üç bacaklı sehpalarını omuzlarından indirir,
üzerine sekiz gözlü teneke macun tepsisine koyar, kenarına da konik
külah kapağı asılırdı.
O zamanlar kâğıtlı şeker çeşitleri ve karamele, akide, nane şekeri
vardı da şık ambalajlı bolibonlar ve şekerlandlar yoktu.
Çok gözlü tepsiden reçine kıvamında çektikçe uzayan rengârenk macunları
tornavida ucuyla alan macuncu, önceden kesip hazırladığı küçük kalem
gibi tahta sapların etrafında ani dar çaplı turlarla sarıp verirdi.
Macun dolu gözlerin tam ortasından kesilmiş yarım bir limon dururdu.
Çubuğa sarılı macunu limona da sürerse, tatlı macun mayhoş, ekşili
ekşili pek bir güzel olurdu.
Okul önlerinde macuncular yalnız değildi. Turşucular bardaklara pancar
renkli acılı turşu suyu doldururlar, acılı mı olsun diye sormadan
"benim ki çok acılı olsun" diyen siyah önlüklü okullular,
boğazlarının yanmasına aldırış etmeden, son damlasına kadar bardağı
kafalarına dikerlerdi. Şam tatlıcıları tepsiden Şam tatlı dilimlerini
spatulayla ayırıp bilet kadar küçük kâğıtla tutup verirlerdi. Şam
tatlılarının hepsinde badem olmazdı, yine doyumsuzdu.
Hallaç
İstanbul'da kalan hallaçların sayısı bugün için yirmiyi geçmese de
baba mesleğini sürdüren 25 yıllık hallaç Mehmet Aydemir, "Yün, pamuk
gibisi var mı? En sıhhatlisi" diye konuşuyor. Bir şiltenin pamuğunu
atmak için kullanılan araç gereç ise yay ve tokmaktı. Yay, kestane
ve çam gibi ağaçlardan yapılıp içi boş ya da dolu oluyor, yaya gerilen
"kiriş" ise hayvan bağırsağından yapılıyordu. Bu kirişi, atılacak
pamuk arasına sokup tokmakla titretmek ise hüner işi, meleke istiyordu.
Hızlı vursanız kiriş kopar, yavaşı denerseniz pamuğu açmazdı. Her
iki kolu da yorar türden bir işti.
Pamuk atımının yazın açık havada yapılmasının nedeni ise, pamuğun
hem kabarması, hem de hallacın tozlardan az etkilenmesiydi.
Yine de pamuk atımından sonra yüzüne ve saçına uçuşarak yapışan pamuklarla
hallaç, Noel babaya dönerdi.
İş bitince pamuk şilte kılıfı içine özenle doldurulur, ağzı da dikilirdi.
Kılıf içinde pamuk bir yerde toplanıp gezmesin diye, dört veya altı
adet fitil kondu mu, puf böreği gibi kabarmış yünü kuş tüyü gibi yumuşacık
şilte yatmaya hazır hale gelirdi.
Konuyla ilgili bir de söz vardı. O yılların maç spikerleri ceza sahası
içinde 3-4 futbolcuyu çalımlarla geçip topu kaleye şutlayan forvet
oyuncusu için "Defansı hallaç pamuğu gibi attı" benzetmesini yaparlardı.
Sentetik şilte ve su yatakları çıktığından bu yana, yaz aylarında
sırtında yayı, elinde tokmağı dolaşan hallaçlara artık rastlanmıyor.
Yine de ihtiyaç sahipleri yorgancı dükkânlarına başvurup istek üzerine
evlere hallaç çağırabiliyorlar.
Kalaycı
Genellikle iki kişi birlikte çalışır, biri kalaylanacak bakır kapları
getirir götürür, usta da mahallenin boş arsasında toprağa küçük bir
çukur açarak körük yardımıyla yaktığı mangal kömürü ateşte kalaylanacak
tencere ve kapları nişadırlar ve maşayla tutup döndüre döndüre kalaylayarak
pırıl pırıl teslim ederlerdi. Kalaylanan fiyatlarını kalaycı tencerenin,
cezvenin, iki kulaklının, kapaklı sahanın büyüklüğüne göre fiyatlardı.
Kullanılan kapların kalayları bir iki ay ancak dayanır, alttan bakırlar
görünmeye başlayınca işlem yenilenirdi. Bakır tencerelerde ağır ateşte
pişirilen yemekler özellikle pilavlar lezzetli, pirinçler tane tane
olurdu. Özel pilav tencereleri vardı. Önceleri toprak kaplar, güveçler
sonraları bakır sahan tencere ve kazanlar yerlerini alüminyum, emaye,
cam ve çeliğe bırakınca sonunda bakır tencereler, sahanlar ve iki
kulaklı kaplar dekor olarak kullanılır oldular. Kalaycılar ise çok
az kalan eski ve köklü semtlerde kirası düşük küçücük dükkânlarına
çekildiler.
Ayıcılar
Ayıcılar'da geçerdi sokaklardan, önce bir ucu ayının burnuna, diğer
ucu beline iki tur dolanmış zincirle bağladığı ayıyı, derili tef çalarak
ayağa kaldırır, "Kocaoğlan hamamda nasıl yıkanır" der sonra
da uzun sopa etrafında ayıyı döndürür, bu gösteri sonunda etrafta
birikmiş ya da pencerelerden ayının oynamasını seyretmiş olanlardan,
tefini açarak içine bahşiş koymaları için dolaştırırdı. Bazen ayıyla
güreş tutmak isteyen meraklılar da olurdu, onlar güreş için ekstra
ücret öderlerdi. Burnu zincirli ayı tam güreşi kazanacakken, ayıcı
zinciri çekip güreşi sonlandırırdı.
Bir
kısım satıcılar kollarına taktıkları uzunca sepetlere samanlar arasında
taze köy yumurtası nidalarıyla sokakları dolaşarak satarlardı.
Bir de
haşlanmış yumurta satanlar vardı. Bunların alıcıları daha ziyade çocuklar
ve kahvelerde oturup iddia için alanlar olurdu. Yumurtacı yumurtaları
yumurta kabuğuna renk versin diye ya soğan kabuğu ile birlikte kaynatır,
ya da kaynama suyuna boya koyar bu sayede renklenmiş yumurtalar daha
albenili ve haşlanmış olduğu belli olurdu.
Satın alınan yumurta iddia üzerine “kırıştırma” amaçlı kullanılacak
ise seçimi çok mühimdi.
Ele alınan yumurtanın ağar, hava boşluğunun az, boyunun ince uzun
olmasına dikkat edilir, dış kabuğun kalınlığını anlamak için de seçici
yumurtayı dişine hafifçe vurarak çıkan ses tınısından kabuk direnci
ve kalınlığı hakkında fikir sahibi olurdu.
Seçilen yumurtaların kırıştırma işi için ikinci etap kimin üstten
vuracağı, kimin altta tutacağı idi. İddia ya masumane yumurtasına,
“kırılan yumurta parasını öder” gibi ya da daha büyük iddialara zemin
olurdu.
Anlaşma sağlanınca yumurta sıkıca avuç içine alınır, işaret parmağı
ve başparmakla oluşan daire boşluk, rakip yumurtanın vuracağı yer
olarak minicik bırakılırdı.
Çoğu zaman vuruş sonrası yumurtası kırılan yumurtanın arka tarafını
çevirip bir kez daha kırıştırma işi yapılır, her iki tarafı da kırılan
yumurta sahibi yumurtacıya paraları öderdi. İddia bazen öylesine kızışırdı
ki yeni yumurtalarla defalarca tekrarlanır, yumurtacının sepetinde
ki tüm yumurtalar kırıştırma uğruna yarışa dâhil olurdu. Yumurtacı
tüm yumurtaları satmış olarak yolunu tutardı.
Nayloncu
Mutfak ve hamamlarda kullanılan kap kacakta bakırdan, camdan, galvanizli
saçtan, hızlı bir şekilde naylon memullara dönüşüm başladı.
Çamaşır makinesiz ev neredeyse kalmadı, galvanizli saçtan yapılma
kaynatma kazanlarının, Bakraçların, leğenlerin yerlerini plastik leğenler,
cam kavanoz ve şişelerin yerini plastik bidonlar aldı. Mutfak kevgirleri,
yıkama, saklama kapları, ekmek sepetleri, tabureler, sular çok sık
kesildiği için büyük ihtiyaç olan musluklu depolar, çöp sepetleri,
mandallar, kovalar naylon olunca, üç tekerlekli nayloncu arabalarıyla
dağ gibi naylon malzemelerle doldurulup,
sokak sokak, kapı kapı “Nayloncu geldiiiii” bağırışları nidalarıyla
gezmeye başlandı. Kasetciler de mobil di.
Sokak sütçüsü
Kapalı ambalaj pastörize süt yoktu, sütçüler atla, merkeple veya yaya
olarak sokakları dolaşır abonelerine litreyle süt dağıtırlardı.
Yaya olarak dolaşanlar, yoğurtçu gibi süt güğümlerini taşıdıkları
omuzluklarına bağlayıp süt satarlardı.
Sütçülerin el terazileri olmazdı, saçtan yapılma bir büyük süt güğümleri,
bir de yarım ve litrelik kulplu ölçü birimleri vardı. Bazılarında
beraberlerinde 250 gramlık ölçü de bulunurdu.
Yarım litre veya bir buçuk dediğiniz zaman, bununla tepeleme doldurup
ölçmüş olur, tencerenize ayaküstü boşaltırdı.
Alınan sütün beklemeden dolayı kesilmemesi için hemen kaynatılır,
kendi haline soğumaya bırakılırdı.
Süt soğuyunca bazen bir parmak kaymak tutar, bazen de kaymak çok ince
olurdu.
Sütçüler için çoğu zaman “sütcüyü değiştireceğim süte su karıştırıyor,
bu ne böyle su gibi” denirdi.
Sütçü de “Bir miktar su karıştırmasak süt size gelene kadar kesilir”,
diye kendini savunur veya kaymaklı sütün manda sütü olduğunu, kaymaksız
sütün, inek veya koyun sütü olduğunu anlatırdı. 50’li yıllarda ilkokul
çağındaki okul talebelerine okul idaresince Marşall yardımı süt tozu
verilir, bu süttozu suyla karıştırılıp, sınıfta kaynatılarak süt saatinde
talebelere bardaklarla dağıtılır, turuncu renkli Amerikan peyniri
beraberinde beslenme saati icra edilirdi.
Pamuk
helva
Pamuk helvacının imalatı inanılmazdı, belki de en eğlenceli, görsel
özelliği olan en zevklisi idi. Pamuk helvacının tekerlekli bir arabası,
üzerinde pamuk helvayı yaptığı delikli bir tepsisi, camekânlı bir
dolabı vardı. Kapalı bölümden elde edilen ısıyla tozşeker, gıda boyası
ilavesiyle rengârenk pamuk hale getirilip tahta çubuğa sarılıp verilirdi.
Yeni yapılan pamuk helva, görünüşte puf gibi kabarık, kocaman olurdu.
Çubuğu alttan tutup pamuk helvayı yiyene kadar ağız çevrenize, burnunuza
pamuk helva bulaşır, yapış yapış olurdunuz. Yine de pamuk helva yemek,
yapılışını seyretmek çok zevkliydi.
Dondurmacı
Çocukların en fazla yolunu gözlediği satıcılardan biriydi. Dondurma
satıcısı “dondurmam kaymaaaak” diye a harfini uzatarak bağırır, kısa
sürede çocukları başına toplardı. Dondurma kazanı metal külahının
bir de havlu bağlı olan yan tarafa konmasıyla beraber tüm meraklı
çocuklar başlarını uzatırcasına dondurmanın külaha dolduruluşunu beklerdi.
Dondurma kazanı içinde de en fazla iki üç çeşit olurdu, kaymaklı,
limonlu, belki bir de çikolatalı. Dondurmacı her defasında yarı beline
kadar eğilerek kazanın dibinden başparmağının da yardımıyla, elindeki
küçük dondurma kaşığına sert dondurmadan bir kaşık alır, diğer elindeki
altı kesik dondurma külahına sıyırır, ikinci kaşık için bir kez daha
dondurma kazanına eğilirdi.
Limonlu dondurma ekşi ekşi hem serinletir, hem ağızda limon tadı bırakırdı.
Hatta öyle ki "benimki sırf limon" veya "sade kaymak"
olsun diyen çocuklar olurdu. Dondurma bitinceye kadar yalanır, sade
goflet tadındaki külah ta sonuna dek yenirdi.
Mahallenin çocukları belki de bir daha sefere dondurmacı külaha torpil
yapsın diye, dondurmacının arabasını itmesine bir süre yardım ederlerdi.
Süpürgeci
Süpürge her eve lazım, en çok kullanan araç olduğu için bakkalların
tavanlarından asılarak satılmakla kalmaz, isatıcıların omuzunda sokaklarda
dolaşanlar tarafından evlere ulaştırılırdı. El süpürgelerinin makbul
olanı Edine otundan yapılanlardı, süpürgeci satın alana bir gece süpürgeyi
su dolu leğen içinde bekletmeyi önerirdi. Süpürgecilerin merkezi İstanbul
Laleli'de Edebiyat Fakültesi karşısında tarihi bir handı.
El süpürgesi ile süpürülen halınların tüyleyi parlak olurdu. Gırgır
veya elektrik süpürgesi sonraları icat edilmesine rağmen el süpürgeleri
uzun süre bu özelliği nedeniyle teknolojiye dayandı, direndi, yenildi,
kayboldu. Süpürge alan sayısı azalınca süpürge satanlar bu defa plastik
çiçek veya başka şeyler satmaya çalışarak sokaklarda bir süre daha
dolaşmaya devam ettiler.
Ayvacı
Okul önlerinin, maç günlerinin vazgeçilmeziydi. Ayvacı, pazar hamalı
küfesine doldurduğu ayvaları sırtında taşırdı. Ayvaların daha doğrusu
küfe içinde olanın sırtayken dışarıdan görülmesi için bir kaçını çubuğa
takar hasır sepet örgü küfenin yanına sıkıştırırdı.
Ayva alıcısı özenle küfeden ayvayı seçer, büyüklüğüne göre ayvacının
takdir ettiği fiyatı öderdi. Ayvalar teker teker satılır, dişlenerek
yerken boğar ama yemek gibi tok tutardı. Stat önlerinde satılan ayvaların
çoğu yarısı yendikten sonra, sahaya hakeme veya futbolculara protesto
amaçlı atılırdı.
Hurdacı
Önceleri sırtında çuvalıyla, sonraları üç tekerlekli çek çek arabası
ile mahalle mahalle dolaşır, metal ağırlığı olan bozuk ve kullanılmaz
durumda ki ev aletlerini hurda fiyatına toplardı. Bunlar çoğu zaman,
tüplü TV ler, demir karyolalar, beyaz eşyalar, bronz heykel, kuş kafesi
ayağı gibi demir objeler, inşaat artığı demir çubuklar türünden olanlardı.
Bunlara ya toptan göz kararı bir fiyat verilir veya iple bağlanıp
el kantarı ile tartılıp, hurda demir kilo fiyatı ile her zaman yok
pahasına satın alınırdı. Hurdacılar bir nevi aracıydı, satın aldıkları
ya geri dönüşüme ya antikacılara kar amaçlı satılırdı.
Bileyiciler
Bıçak bileyici iki tip olurdu, ayakta bir pedalla döndürdüğü kayışlı
bisiklet tekerleğine bağlı zımpara taşı döndükçe evlerden gelen veya
kasabın bıçaklarını talepler bitene dek bilerlerdi. Biley makinesini
omuzlarında taşıyarak dolaşırlar, çağırıldıkları bir evin önüne gelince
tezgâhı kurar evde ne kadar bıçak, makas varsa bileylerler, bileyicinin
çalışmasını diğer evlerden görenler de bıçaklarını getirip sıraya
girerlerdi. Bileyiciler çokça bıçak bulunan kasaplara da uğramayı
ihmal etmezler, tüm bıçakları jilet kadar keskin olana dek bilerlerdi,
"dikkat edin, çok keskin oldu" diye uyarırlardı.
Şişe ve gazete kâğıdı toplayıcıları
Kesekâğıdı için gazete kâğıdı kullanıldığı 80’lere kadar uzanan yıllarda,
kâğıdın hurda cüzi miktarda fiyatı vardı. Gazetenin kilosunu kaçtan
alıyorsun diye sorulurdu. Kâğıtlar, dergiler, okunmuş kitaplar ve
de boş şişeler kağıtcılar tarafından evlerden toplanır, Seka kağıt
fabrikasında eritilip mukavva olarak yeniden kullanmak üzere daha
büyük toptancı hurdacılarda devredilirdi. 50’li, hatta 60’lı yıllarda
toplanan boş şişe ve gazete kâğıtlarına karşılığı para, tahta mandal,
naylon leğen, kap olarak ödenirdi. Gazete kâğıdının mürekkebi zehirli
denildi, kese kâğıdı olarak kullanımı yasaklandı, şişeler ise başka
amaçlarla da kullanılmaya başladığı için depozitsiz olarak değerini
kaybetti, pet ve teneke kullanımı yaygınlaştı, sonuç itibariyle şişe
ve gazete para etmez olunca, hatır için bile toplayan da kalmadı,
çöpe atılan malzeme oldu.
Muslukçu
Alet edevatları doldurduğu eski püskü, oldukça şiş görünen bir omuz
çantası ile sokaklarda dolaşırdı. "Mussssslukciaaa" diye
yaptığı işe bir tür renk katarak bağıran muslukçular, en çok damlayan
musluklara kösele değiştirirdi. Evin hanımı damlayan musluğu muslukçuya
gösterir, muslukçu, büyük bir operasyona hazırlanıyormuşçasına uzun
uzun musluğa bakar, açar, kapar, kuvvet denemesi yaparcasına sıkıştırır,
sigarasından bir nefes çeker ve tamir masrafını söylerdi. Pazarlık
sonucu, İngiliz anahtarı ile açtığı musluk gövdesine uygun kösele
contayı takar, keten liflere sabun sürüp, sarar, gövdeyi yerine takardı.
Yaptığı işin hepsi buydu, kösele derseniz bir kutu kibritten çok daha
ucuzdu, beş on tanesi ipe dizilip öyle satılırdı, altı üstü kösele
idi, fakat muslukçunun değiştirmek için istediği, aldığı para hep
çok bulunurdu.
Tavukçu,
Acurcu, Kartpostalcı
Yazarken bile insan bir tuhaf oluyor, semt pazarlarında satılırdı
da, sokağınızdan da canlı tavuk satıcıları geçerdi. Tavukçu ayaklarından
bağladığı tavuklardan ikisini omuzunun arkasına doğru, ikisini ön
tarafına asar, eline de bir veya iki horoz alır, kapı kapı dolaşır,
pazarlıkla satarlardı.
Bazı tavukçular aldığınız tavuğu boş bir arsada keser, yolar, getirir,
bazıları bu işe karışmaz, tavuğu alan kasaba götürür veya kendi keserdi.
Sonra tabiii tavuk sıcakken tüyleri yolunur, tenekede gazete kağıdı
yakılır veya gazocağı üzerinde yüksekten tutarak kalan ince tüyler
aleve gösterilerek ütülenirdi!
Sokağınızdan geçen acur satıcıları da vardı. Salatalık satışı henüz
moda değildi. Acur ise her zaman bulunmazdı, bir nevi yabani salatalık
gibi tanınırdı, köyünden şehre yerleşenler iyi bilirdi. Acur seçilir,
soydurulur veya turşu yapmak üzere çarşıda, pazarda görmüşken alınırdı.
Kartpostal
almak, seçmek, bayramda, yılbaşında tebrik amaçlı veya bir yere gidince
gidilen yerin kartpostalını alıp dostlara göndermek geleneği vardı.
Postacının getirdiği kartpostallar evde büfe üzerine dizilir veya
iş yeri ise camlı masanın cam altına konur, uzun süre korunup saklanarak
seyredilirdi.
Kartpostal göndermek hatırlama, gönül alma biçimiydi. Bu nedenle sokaklar,
meydanlar, okul önleri tellere takıp sergilenen kartpostalcılarla
doluydu.
Lehimci
Tüp gaz yoktu, İstanbul’da, Ankara’da gelişmiş bazı tek tük semtlerde
havagazı tesisatı vardı, diğer illerde semtlerde havagazı hiç mi hiç
yoktu.
Yemekler soba üstünde veya tek ısı kaynağı gazocağında pişirilirdi.
Elektrikli ızgara ocakları ve ispirto ocakları da vardı ama onların
ısısı azdı, pişen yemeği ısıtmak veya sefertasında iş yerine götürülen
yemeği ısıtmak ve kahve yapımı için kullanılırdı. Sosis büfelerinde
kaynamış salça sosu içindeki sosisleri sıcak tutmak için de ispirto
ocakları kullanılırdı. Lehimciler sokaklarda dolaşarak daha ziyade
gaz ocağının delinen gaz haznelerini lehimlerler, damlayan gaz sızıntısının
önüne geçmeye çalışırlardı. Yemek yapmak, çamaşır kaynatmak için saatlerce
yanan, kullanılan gaz ocakları ne kadar lehimlense de tamir uzun ömürlü
olmazdı. Lehimcinin çalışma koşulları zordu, gaz haznesi delinmiş
gazocağını kapının önünde yapması istenirdi.
Seyyar
gazete mecmua satıcısı
Aboneleri vardı, herkesi tanırlardı, kimin ne gazetesi okuduğunu bilirdi.
Sabahtan omuz askısına gazeteleri koyduğu gibi mahalleyi dolaşmaya
başlar, apartman girişlerine topluca gazeteleri bırakırdı. Apartman
sakinleri kapıcının dağıtmasını beklemeden kendi gazetelerini alır,
kapıcı kalanları dağıtırken, gazeteci omzunda taşıdığı gazete ağırlığından
kurtulmak için hızla dolaşmaya devam ederdi. Gazeteciyi yolda görüp
gazete isteyen olursa gazeteci belinden
kılıç çeker gibi ucundan tuttuğu gazete veya Hayat, Yelpaze, Akbaba
Mecmuasını hızla çeker verirdi. Gazeteci hangi gazetenin koltuk altında
ki yerini bilirdi, yanlış seçilmiş gazeteyi yeniden yerine koymak
zahmetli işti. Gazete satışından aldığı parayı da yine göbeğine bağladığı
kağıt ve demir paralar için iki gözlü olan para kesesine koyardı.
Abonelerden ise parayı aylık olarak toplardı. Kim kaç dergi, kaç gazete
almış bilirdi, itiraz eden de olmazdı.
Dutçu
“Dut ye bal ye dut ye, Mecidiyeköy’ün bunlar” bağırtısı sık sık tekrarlanırdı,
dut mevsimi kısaydı, geçiş sabah öğleye kadar olur, sabah erken dut
ağaçlarından silkelenen dutlar, beyaz örtü serilmiş dut tezgâhına
doldurulur, önden arkadan uzantılı saplar, iki kişi tarafından tutularak
dut tezgahı dolaştırılırdı. İstanbul’un dut ağaçlarıyla ünlü Mecidiyeköy
semti 60’lı yıllara dek gerçekten dutluktu.
Bozacı, Salepci
Bunlar genellikle el ayak çekildikten sonra karlı kış gecelerinde
gece geçerler, gecenin sessizliğinde sokağın bir başında “Buoozaaa
kaymaaaak” diye bağırınca boza alacak olanlar kaplarıyla kapılara
inerler veya cumbalardan sepetlerini sarkıtırlardı. Salepciler de
öyle sokakları dolaşırlar, soğukta ve karda satış için bağırdıklarında
sesleri biraz hüzünlü çıkardı. Satıcılar ve sattıkları çeşitler bitecek
gibi değil, topluca bir bakalım daha neler var diye.
Baloncu
İki tip balon vardı. Uçan balon yokken normal balonlardan 15-20
tanesini bir değneğe bağlayan baloncu "Haydi bebelere
baloooon" nidaları ile sokakları gezer balon satardı. Patlayınca
korkulan, buna rağmen balonu ipinden tutup yürümek, balonla oynamak
bebeler için büyük zevkti.
Sonraları şekilli balonlar çıkmıştı ki bunların bazıları tavşan
kulaklı olup, Şişirme, bağlama yerine ayak biçiminde mukavva konur,
bu ağırlıkla balonun ayakta durması sağlanırdı.
Uçan balon çıkınca herşey birden değişti, normal balonun havası da,
kendisi de söndü. Uçan balonlar gerçekten uçuyordu, her çocuk sokağa
çıkınca bileğine bağlanan balonla yürümekten pek mutlu olurdu. Anneler
babalar balon almamak için "Şimdi otobüse bineceğiz, balonla
almazlar sonra" diyerek balon almaktan kaçınırlardı. Renk ahenk
balonlarla baloncular çocuk parklarında, lunaparklarda, sokaklarda
dolaşırlar, hafta sonları satışları artardı.
Su taşıyan sakalar, damacana suyu satanlar, Testiden bardakla
su satıcıları Galetacı krik krak, halka, üzümlü gevrek satanlar, Simitçi
açma, çatal, poğaça nın yanı sıra, kandillerde kandil simidi satardı.
İftar zamanı yaklaşınca çok hızlı dolaşan pideciler vardı, sokaktan
Yufkacı bile geçerdi.
Gezgin el süpürgesi satıcıları, Cin mısırcı, Horoz Şekerci, Elma şekerci,
Nane şekerci, kâğıtlı şeker, semsiye çikolata, karamele satıcısı,
yumurta akından yapılma kurabiye görünüşlü çok hafif ve bir tür şekerli
mamul olan Beze satıcıları vardı.
Haşlanmış veya kömür ızgara mısır satıcıları, Karışık kuru yemiş satanlar,
sadece ayçiçeği, fındık üzüm satıcıları.
Salepçi, Lahmacuncu, Tahin pekmezci, Burma tatlı, lokma satanlar vardı.
Sessiz filmci Dünyayı seyrediyor, diyerek dürbün gibi bir mekanizmadan
film kareleri gösterip, siz bakarken anlatımı kendisi yapardı!
Akrobatçı, cambazcı, iki çıta arasında duran ve yanlardan sıkıldıkça
takla atan bir cambaz satardı.
A
la minut fotoğrafçılar
Poloraid filmlerin henüz icat edilmediği dönemlerde a la minute fotoğrafçılar
çektikleri filmi makinanın içinde bulunan, küçük çekmecelere şişelerden
döktükleri ilaçlı banyolarla yıkar, karta basar ve 5-10 dakikada içinde
teslim ederlerdi. Genellikle zamandan büyük kazanç sağlayan a la minut
yaşı 40-50 arasında ve daha üstü büyükler vesikalık fotoğraf çektirmek
için mutlaka a la minute denilen, üç bacaklı sehpa üzerinde duran
körüklü kutu makinaların karşısına geçerlerdi. Hele çocuk yaşta bu
makinanın karşına oturmuşsa fotoğrafçının objektifi açıp filme poz
verirken "Dikkat et buraya! Şimdi kuş çıkacak..." sözlerini duyarlardı.
60'lı - 70'li yıllarda, askerlerin birbirlerine sarılarak askerlik
hatırası pozu vermeleri ya da bir ailenin üzerinde, örneğin "İstanbul
Hatırası" yazılı siyah perde önünde fotoğraflar çektirilirdi. A la
minute fotoğrafçıların esas işi resmi evraklar, kimlişkler için vesikalık
çekmekti bunun için de en çok okul, adliye, konsolosluk, emniyet gibi
resmi binaların önünde rastlanırdı.
Tüylü mermiyle hedefe tüfekle atış yaptıran vardı. Tüfekli adam atış
bitince bir elinde tüfek, diğer elinde hedef tahtası sokaklarda dolaşırdı.
Şans, kader, kısmetçi, elindeki defter büyüklüğünde ki karton üzerindeki
daireleri işaret parmağı ile kazıtır, alüminyum ince kağıt delinince
alttan çıkan hediyeyi ya verir, eğer boş çıkmış ise teselli ikramiyesi
saman lezzetinde küçük bir sade gofret verirdi. Futbolcu ve artist
resimleri böyle toplanır, iş imzalıyı bulmaya kalırdı. Şerbetçi, limonatacı,
meyan kökü, şıra, şalgam suyu satıcıları.
Sarımsakçı, poğaça, börekçi, çalabadem, erik, salatalık, muz, domates,
çilek, kiraz, kayısı, şeftali, kışlık soğan-patates, enginar, kavun-karpuz,
limon, marul satıcıları.
Köfteci, Ciğerci, Kokoreci, Kahvaltıcı, Pilavcı, Buzlu bademci. Keten
Helvacı, Kestaneci, Fırıldakçı, Kunduracı tamircisi, ayakkabı boyacısı,
Soba borusu satıcısı, Kasetci, Sepetci, Tabakçı, Kumaşçı, Lağımcı,
Bacacı, Çatıcı dam aktarıcı, Çiçekçi, Tombalacı, Bul karoyu, al parayıcı,
Milli piyangocu seyyar bayii, Lottocu, Overlokçu, Halı saçağı örücü,
Hippocu, deterjan satıcısı, ayakkabı, terlikç satıcıları, bisikletine
doldurduğu şapkaları veya güneş gözlükleri satıcıları hepsinden bir
fotoğraf koysak, yazı metrelerce uzamakla kalmayacak, çarşı pazar
satıcılarına dek uzanacak.
Turistik
yerlerde Fesçi, kaval, turistik kitap, eldiven, çorap, topaç, yoyo,
parfüm satıcıları. Daha ziyade cami önlerinde, otobüs terminallerinde
görülen Teşbihçiler, Esansçılar. Mani okuyan ve Ramazan davulcusu,
akordeonlu sokak müzisyenleri bir çeşit satıcıydı.
Midye dolma satan, sigara böreği satan, Taze nohut, alıç, ağaç çileği
satan köylüler ve çiçekçiler romanlar ve suni plastik çiçekçiler,
Akdeniz sahili merkezlerinde Mersin inciri, Tire’de kavun çekirdeğinden
yapılma sübye, Kar helvası, Adana’da Bici, sigarasatıcısı. Okul
önünde kalem, poster satanla. Çoğu zaman mahallenin muzip çocukları
satıcının bağırışlarını aynen taklit etmeye çalışırlar, çift sesli
vokal yaparlardı.
Bir çoğu satıcılara özenir, evdeki okunmuş çizgi romanları başta
Tommiks, Teksas, Ten Ten, Red Kitt, Tom Braks, Kinova, Pekos Bill
olmak üzere evlerinin önüne açtıkları tezgahlarda gelen geçene,
mahalle arkadaşlarına satmaya çalışırlar, ticaret hayatına ilk adımlarını
atarlardı.
Vardı da vardı. İhtiyaç sahibi hastalara sabah akşam iğneci gelir,
kapı kapı iğnelerini yapardı, mahalle bekçileri güvenliği sağlamak
durumu kontrol amacıyla düdük çalarak sokakları dolaşırdı. Tüp gaz
satıcıları cıngılla geldiklerini duyurur, bu yetmez, cıngılın arkasından
bir de hoparlörle bağırırlardı.
Çeşit
çeşit satıcı vardı
Meydan ve durak satıcıları, Maç günleri satıcıları, Restoran, Plaj,
Sinema satıcıları sattıklarına göre hepsi farklıydı.
Sinema satıcıları bilhassa yazlık sinemalarda çivi gibi gazoz avazlarıyla
soğuk buz içinde gazoz ve oturmalık yastık satarlardı, çekirdek satanlar
da vardı. Sinemalar frikobuzz, koko, sütsan gibi soğuk çikolatalı,
sütlü hazır paket dondurmaları, tahta tablalar içinde sadece tepsiyi
tıklatarak veya “frigobuuzzz, koko” diyerek sessizce satarlar, siparişi
verenin siparişi, elden ele ulaşırtırılırdı, bu elden ele işi maçlarda
da ayran gibi içeceklerde olurdu.
Sabit satıcılar mobil veya işportacı olsalar da sabah gelip bir süre
dururlar, akşamüstüne doğru giderlerdi.
Pencere süngeri, şemsiye tamiri, işporta termos çaycısı, çakmak gazı
doldurucuları, Çakmak taşı da satarlardı.
Prezervatif, tırnak makası satanlar, dikiş iğnesi, kimlik kaplamacısı,
çorap, pabuç bağı, ayakkabı keçesi, ani bastıran yağmurda şemsiye,
karda ayakkabının kaymaması için lastikli zincir takmak isteyenlere
yeni icat satanlar vardı. Oyuncak bebek satanlar vardı, yüzen bebek
veya zıplayan ördek, dört dönen kurgulu araba, uçan kuş, öten kuş,
yem yiyen kuş bile satılırdı.
Balık ekmek, kiralık sandal, polaroid anı fotoğrafçısı (şipşakçı),
mühürcü, arzuhalci, kemerci, bir milyoncu, kuşyemi satıcılarını sık
sık görürdük.
Satıcıların yeri işlek kapı önleri, geçitler, çarşılar, merdivenlerin
baş ve sonları, mahalle çeşmeleri önü veya yalakları, su kurnaları
onların tezgâhıydı.
Hindistan cevizi dilimleri, nar suyu, portakal sıkıp satanlar, soyulmuş
salatalık, maçlarda kaynana zırıltısı, okunmuş Pazar dergisi, şapka
yapmak için eski dergiler, gazeteler, maç ve sinemalarda sert zemine
oturmamak için yastık. Takım atkısı, beresi satıcıları. Olta takımı,
malzemesi satan, sandviççi, lokmacı, mumlu transfer resim için mum
satan, çeşitli şekiller için şablon satıcısı. Otobüs bileti, jeton
satanlar, Hastane önü, Mezarlık girişinde yer tutup çiçek, kolonya
satanlar.
Restoranlarda masaları dolaşan satıcılardan birçoğu çiftlere yaklaşıp
tek gül satarlar, gülün fiyatı alanın ödeyeceği miktara bağlı olur.
"Ne verirsen" cevabı ile karşılaşılır. Oynanmış loto kuponu
satanlar, milli piyango satışı yapanlar, keman, darbuka, kanun, klarnet
cümbüş gibi sazlarla masalara müzik yapanlar. Tansiyon ölçücüler.
Yılbaşı yaklaşınca romanlar, kokina yılbaşı çiçeği satarlardı, işlek
ve lüks semtlerde çam ağacı satışları yapılırdı. Hem sonra Yılbaşları
öncesinde semt semt gezdirilen hindi sürüleri olurdu, evin önünden
canlı hindi satın alabilirdiniz. Kurban bayramı öncesinde ise bu defa
koyun satışı olurdu.
Her şey değişti, ne sokak satıcısının sattığını 50 kata duyurabilecek
sesinin uzanabileceği gücü kaldı, ne de 38. Kattan aşağı uzatılabilecek
bir alıcı sepeti. Hepsi birer birer film şeridi gibi geçti gözümüzün
önünden, ömrümüzden...
Şimdi işporta ayakta satış yapan, mobil dolaşan yok mu derseniz, sokak
simitçisi hala var, tek değil çok farkla.
Simitleri başları üzerinde satan da var, bebek puseti içine koyup
gezdirende, camekânlı tekerlekli arabalarda da, simit saraylarında
da.
Motorize olup tüp gaz, kavun karpuz satanlar yine dolaşıyor. Otobanlarda
köprü, gişelerde, kavşaklarda, trafiğin sıkıştığı her yerde telefon
aparatı, su, toz bezi, çiçek, muz, bilumum çeşitleri satanları görebiliyoruz.
Peki ya askılı yoğurtçu, bohçacı, hallaç, macuncu, gazocağı lehimcisi
mi dediniz, alaminut fotoğraf mı çektirecek, mühür mü yaptıracak,
yoksa arzühalciye daktiloda dilekcenizi mi yazdıracaksınız?... Yeni
nesile bunları, bu meslekleri nasıl mı anlatırız?... Dile kolay 50
yıl. Hepsi birer tarih oldu...
|
|
|
|
|
|
|
©
2015, Sihirlitur'daki tüm yazılar ve fotoğraflar
Haluk Özözlü'ye aittir, izinsiz kullanılamaz.
|
|
|