|
Öyle böyle değil bir rock klasiği olan “Smoke on the water” adlı
parçayı söyleyen yılların Deep Purple grubu solisti gruptan ayrı
Ian Gillan, toplama elemanlarıyla İstanbul’da eski adı Spor Sergi
Sarayı 1992 yılı adıyla Lütfü Kırdar Spor Salonunda ilk kez konser
veriyor…
Deep Purple’nin klasik elemanları yok, Gillan’a eşlik edecek elemanlarının
hiç birini tanımıyoruz, konsere gelenler arasında doğal olarak
acabaları olanlar var tabii. Buna rağmen salon hınca hınç. Böylesine
bir kalabalığı hiç bir basket maçında bile yaşamamış olan tribünler,
saha içi lebalep insan kaynıyor, tansiyon had safhada.
Ön grup Rahmetli Asım Can Gündüz. Aslına bakarsanız önü arkası
yok Asım Can tek başına benim diyen çok grubun tozunu attırır,
bu konserde de öyle yapıyor. Performansıyla salonu haddinden fazla
ısıtıyor, sahneyi adeta yakıyor.
Özellikle
gitarı dişi ile çalmakla, boynunda çevirmekle kalmıyor, kucağına
alıp gitara sarılarak kimsenin
beklemediği bir showla sahnede oklava gibi dönerek yuvarlanışı
ile hepimizi hayretler içinde bırakıyor. Yanda gitar penası bana
yadigâr kalan gitar virtüözü Asım Can Gündüz’ü bir kez daha rahmetle
anıyorum.
Biraz merak, biraz da rutinin dışına çıkmak amacıyla kulise, sahne
arkasına girip çıkıyorum, görevliler kuş uçurtmamaya gayret gösteriyorlar
ama konuk grubun gitar kutusu üzerinde kalan İstanbul yazılı uçak
bagaj etiketi, sahne özcesi hazırlandıkları kulis odası aynası
bile detay fotoğraf olarak foto röportajda değer taşıyabiliyor.
Bu yazdıklarımı Rock kültürü olmayan, konser havasını, rock müziği
heyecanını yaşayamayan anlayamaz.
Konser
Salonu
Spor
Sergi Sarayı adıyla hizmet veren kapalı salon basketbol sahası
olarak yapılmış, çeşitli gösteri, toplantı, parti liderleri konuşmalarına,
etkinliklere de ev sahipliği yapıyor. Sahne defalarca değişik
yerlere kuruluyor
ama hacım olarak ses hiçbir şekilde kaliteli çıkmıyor.
Bir karşı tribüne bir yan tribüne çarpıyor bozuluyor, kendini
deforme ediyor, ne akustik, ne derinlik ne de lezzeti kalmıyor.
Fakat
bu defa alışagelmişin dışında bir insan boyu yüksekliğine yakın
sahne Hilton Oteli yani ana giriş kapısı tarafına kurulduğu için
salona tribünleri iki yana alıp cephesinden değil, yandan uzunlamasına
bakıyor.
Saha içi bildiğiniz gibi.
Etrafı kolladım, en iyi hangi noktada fotoğraf çekebilirim, izdiham
halinde sahne altına kaçabilirim diye kurguladım en öne geçip
başladım izlemeye. Şaka değil, sadece 18 yaş altı değil Deep Purple
ile büyümüş orta yaş seyirci grubu da dâhil kendinden geçmiş halde
çığlık çığlığa müzik değil ama ses dinliyoruz. Daha konserin başı
beş dakika da bir görevliler bayılanları kucaklayıp kalabalığın
içinden kurtarıyor, sahneye fırlayanları güvenlik zor zapt ediyor.
Ian Gillan kendine has tiz çığlığı dinleyenlerin beyninde iğne
batırır gibi akupuntör etkisi gösteriyor.
Sahne ile saha seyircisi arasında ki mesafe iyiden iyiye kapanmış,
seyirci sahneye dayanmış konser izleniyor. Yoğun insan buharı
nefes almayı bile zorlaştırdığı ortamda artan basınç nedeniyle
attım kendimi sahne kenarına elimde, omzumda fotoğraf makinelerim
niyetim belli hoparlörlere yakın fotoğraf çekiyorum.
Önceki konserlerden bilirim seyirci sahnede izlemeye geldiği kişilerin
dışında kimseyi sürekli dikili halde dururken görmek istemez,
dahası bu etik de olmaz, sahne starındır.
Anlık giriş çıkışlar yapıyorum dolaşıyorum Ian Gillan’ın yanında
fazla kalmıyor, genellikle bas gitaristin iki boyumdan yüksek
hoparlörü önünde durmaya çalışıyorum. Fakat ne mümkün beş telli
gitarıyla basçı her tele dokunuşunda, her nota vuruşunda artık
orasını bilemem kaç vat ise sırtıma balyoz gibi vuruluyor, hoparlör
kabini beni ileri itiyor, sırtımı dayayamıyorum, inanın abartmıyorum
kolondan sesin rüzgârı geliyor!
Tüm iç organlarımı titreten sesler sayesinde midemin, böbreklerimin
dalağımın ciğerlerimin yerlerini net olarak hissediyorum. Kabin
önü durulacak gibi değil, adam öyle bir bas çalıyor ki evde, orada
burada, setin sesini sonuna kadar açmaya benzemiyor.
Ian Gillan vokal, yapıyor, tumba çalıyor, dans figürleri, göze
hoş gelen coşturucu hareketleri ile sahneyi tek başına dolduruyor.
Oysa seyirci sahnede her ne kadar kendisinden farklı kıyafette
birini görmek istese de o, Pazar günü evden bakkala ekmek almaya
çıkar gibi giymiş olduğu sade, basit, iddiasız spor ayakkabıları
terden sırılsıklam olmuş atleti, eşofman altı kıyafeti ve sesi
ile seyirciye yetiyor.
Adamların
hepsi müthiş
Ian Gillan’a eşlik eden elemanları tanımıyoruz dediğimle yanılmayınız,
Deep Purple neyi nasıl çalıyorsa aynısını eksiksiz çalıyorlar.
Ses düzeni aynı, ses tınısı aynı, notalar aynı, sesin markası
bile aynı. Solo gitarist öyle, bas öyle baterist öyle, kapayın
gözünüzü dinle Deep Purple işte. İyi müzisyen olmak başka, iyi
çalmak başka bir şeymiş meğer. Davulcuya uzun uzun bakıyorum,
yahu kardeşim hiç mi hata yapmaz insan, hiç mi kontra düşmez,
mezür (ölçü) yetiştiremez, hiç mi atağa kalkarken, zillerden geri
dönerken bageti Karoser çemberin kenarına vurmaz. Bu nasıl bir
robotluktur, programlanma, nasıl bir ritim anlayışıdır, nasıl
ritmi bal peteği gibi parçanın temeline döşeyip, üzerine çatısına
kadar düzgün çatmaktır. Ağzım açık adamı göz hapsine almış amansız
takipteyim.
Bateristin arkasında bir barmeni var ara sıra bir bardak hazırlıyor,
adam içiyor devam ediyor, işini salise şaşmadan saat gibi yapıyor.
Grup üyeleri ise susadıkça sahne yanına atmışlar bir kasa siyah
teneke kutu bira, açıp birkaç yudum içip, çalmaya devam ediyorlar.
İş birada değil, fıçıyla içsem hikaye, yetenek Allah vergisi bir
meziyet, öyle ben de siyah bira içeyim onlar gibi çalayım demekle
olmuyor, insanın içinde, hamurunda olacak müzikte, resimde, heykelde
bu böyle, haaaa yetenek var ya da yok, az veya çok gelişir mi
gelişir..…
Ian Gillan’ın ses rengi, tonu, vurgusu, gücü, ses terbiyesi, nefes
kullanımı, gırtlak hakimiyeti de de başka türlü...
|
|