HER
FOTOĞRAFIN BİR ÖYKÜSÜ VAR...
Fotoğraf çekimi bir tür duygu alışverişi olup, karşılaştığınız fotoğraflayacağınız
olay, insan, manzara ne olursa olsun ne kadar etkilenir, ne kadar
duygulanır, ne kadar bütünleşerek, hissederek fotoğrafını çekerseniz,
çektiğiniz fotoğrafa bakanlar da o dereceye yakın etkilenir.
Şüphesiz her fotoğrafın çekimi sırasında yaşananlar, çekime karar
vermenize neden olan unsurlar olur, çoğu zaman fotoğrafla birlikte
yıllar geçse de anılar da fotoğrafla beraber yaşar.
Bu bölümde çekim sırasında yaşanmış unutulmayan fotoğraf öykülerinden
örnekler bulacaksınız. |
Yazı
ve Fotoğraflar: Haluk ÖZÖZLÜ
|
ÇOK UZAKTAN EĞİTİM...!
Yıllar önceydi haftalık SHOW dergisine gezi yazısı için yollardaydım,
Köyceğiz Gölünü arkada bırakıp Sandras Dağlarına tırmanıyordum yol
dar rampa, arazi yok, sağlı sollu derme çatma ahşap yayla evleri,
her yer ağaç evler, bir yerde kümelenmiş, İlkokulun önü de köy meydanı
olmuş.
Hava soğutmalı VW motoru soğusun diye mola verdim, baktım bir grup
köy çocuğu ciddi ciddi oturmuş çalışıyorlar, bana ve fotoğraf makineme
alışmaları için bir süre fotoğraf çekmeden bekledim, sorular sordum,
yaz günü lastik çizmeli bir tanesine kütüğün altında görünen kısa
kablonun ne işe yaradığını sordum utandı, yüzü kıpkırmızı oldu,
karşısında ki ondan bir iki yaş büyük olan kız söze girdi ve "Onun
ki elektrikli" dedi, soramadım sizinkiler pilli mi diye. Ben de
utandım, bu defa kendimi toparlayıp ne yapıyorsunuz burada dedim
"Burası bilgisayar kursu" dediler hep bir ağızdan, fotoğrafı çektim,
tam giderken bir daha dönüp baktım ağaç kabuğundan yapılmış ekranlarına,
klavyelerine. Uzaktan eğitim ha, al sana uzaktan eğitimin fotoğrafı...
|
AKÇAKOCA'da teknenin denize inişi...!
Eğer o gün denize bir tekne inecekse veya karaya çıkarılacaksa her
kez elinde ki işi bırakıp yardıma koşuyor.
Adeta tek vücut olan barınak halkı yaptığı küçük bir toplantıyla
iş bölümü yapıp başlıyorlar tekneyi kaydıracakları ağaç gövdelerini
getirmeye, tekne altına dizilen yuvarlak gövdeli keresteler bir
güzel yağlanıyor, tekne her iki yanından kalın halatlar sıkıca bağlanıyor,
o halatlar çarklı makineye kilitleniyor. Tekneyi dik tutan, besleme
görevli mertekler çekiliyor ve başlıyorlar tek komutla yüklenmeye.
Tekne büyük, daha çok güç, el istiyor, düğümler zorlanıyor, burundan
kalaslarla kaldıraç yapılıyor.
Karadeniz insanının azmi, imanı karşısında daha fazla diretemeyen
tekne, itiş kakış ve güç gösterisi arasında sulara kavuşuyor. Tabii
bu kavuşma sırasında komutlar, sesler, espriler birbirine karışıyor.
"Boş koy, haydaaa, bırak gelsin, hoooppp, ip çözilıy, ip çözilıyyy!…
50 kişi tekneyi bir santim bile itememişlerdi, Elimde kamera 10
dakika bekledim, sonunda içlerinden biri durumu fark etti, tekneyi
burnundan tel halatla çekerken bir dişli makaraya sarmışlar, tel
yerde serili ama denize ulaşacak kadar değil tekneyi itiyorlarsa
da gitmiyor.
Meğer dişlinin teli tutan kilidini açmamışlar, uğraşlar ondan boşunaymış,
hiç çaktırmadılar, ben teli dişliden kurtarırlarken durumu anladım
ve sonrasında bir hamlede tekne şıp diye suyla buluştu, duruma itenlerde
şaşırdı... |
KÜÇÜKÇEKMECE GÖLÜ CANAVARI...!
Okuyucu etrafında gördüğü ilginçlikleri önce gazetesine haber verirdi.
İlginç ihbarlar arasında bir tanesi de gölde canavar olduğu şeklindeydi.
Van Gölü Canavarı henüz ülkenin gündemindeyken bir de İstanbul'dan
Küçükçekmece Gölü Canavarı iddiası ihbarı yabana atılır cinsten
değildi.
Küçükçekmece'den daha öncede bazı ihbarlar almıştık, bunlardan biri
havada ışık saçarak duran bir uzay cismi gördüğünü müteakip defalar
söyleyenler olmuştu. Aslında görülen Atatürk Hava Limanına uçakları
yaklaştırma görevi gören yer merkezi doğrultusunda ilerleyen ama
aynı doğrultuda görenlerin, kendilerine yaklaşmakta olan uçak projektörünü
aynı irtifada duran UFO sanıldığını biliyordum, sık sık olurdu,
alışmıştık, önemsemezdik.
Bir başka ihbar ise Büyükçekmece'den gelmişti. Uçan balon satan
satıcının balonlarıyla beraber havaya uçtuğu ve kaybolduğu ihbarıydı.
O İhbarı da bir arkadaş üç gün boyunca mayosuyla bronzlaşarak takip
etmiş, görgü tanığı aramıştı. Sonunda bahçe katında balkonda oturan
bir kişinin baloncuyu çağırıp tüm balonları uçurmasını istemiş,
balonların parasını ödedikten sonra viskisini kafaya dikerek topluca
uçan balonları zevkle seyrettiği bilgisine ulaşmıştı. Bu defa ki
ihbar öyle böyle değildi. Birçok kişiden vallahi billahi diye başlayan
cümlelerle yeminlerle geliyordu, gölün yüzeyinde 100 metrelik hareketli
garip bir cisim var şeklindeydi, kesin göl canavarı vardı.
Altı buçuk sene Hürriyet Gazetesinde 18.00-02.00, (02 yazdığıma
bakmayın nöbet kaçta biterse 09.00'a dek uzadığı çok olmuştur).
Tek muhabir, foto muhabiri olarak çalışmış, gazeteyi hiç iş atlatmamıştık.
Kalktık gittik göl kıyısına, sahilde bekleyen kalabalık gazeteciler
geldi diye hareketlendi ve canavarın yerini göstermek için seferber
oldular. Gölün karanlık yüzeyine bakıyor canavarı görmeye çalışıyorduk
fakat heyhat, yıldızların aydınlattığı zeb zenci rengi gölde fotoğraf
çekmek bir yana çıplak gözle bile bir şey göremiyordum. Polis ekip
otosunun göle doğru yakılan uzun farlarının bile aydınlatamadığı
gölde fotoğraf makinesinin flaş ışığı karanlıkta kayboluyor, gözbebeklerimiz
faltaşı gibi açılıyordu. İyice karanlığa alıştıktan sonra nihayet
bağırışlar, çağırışlar çığlıklar, arasında kalabalığın gösterdiği
yönde bir karaltı belirdi. Göl siluetinde önce bir kafa çıkıyor,
arkasından gövdesi, en son kuyruğu çıkıyor, biriken kalabalık, güvenlik
güçleri ağzımız açık 100 metreden uzun karaltıyı takip ediyorduk,
bu defa karaltı yine baş tarafından batıyor, kuyruk en son kayboluyordu.
Canavarı ilk fark eden gençler bir başka yerden çıkışını gördüğü
anda, "şuradaaa, işteeee, buradaaaa, çıkıyorrr" diyene kadar
sessizlik oluyor, tekrar aynı canavar silueti başka bir yerde beliriyordu.
Küçükçekmece Karakolu köprünün hemen yakınındaydı, muhabir arkadaşım
ilk bilgileri o yıllarda cep telefonu icat edilmediği için gazeteye
karakoldan sabit telefonla bildirmişti. Gece sorumlu yazı işleri
müdürümüz Taygun Türe ve Ercüment bir yandan dönmekte olan (basılmakta)
gazeteyi Çağaloğlu'nda bırakıp meraklarına yenilerek göl kıyısına
gelmişlerdi. Canavar vardı, fotoğrafı yoktu. Hemen gazeteye döndüler
sayfada yer ayırıp benden gelecek fotoğrafı bekliyorlardı, sabah
tan ağarırken 400 Asalık filmi 800 Asaya zorlayarak ilk fotoğrafları
çektim.
Canavar sanılan 100 metrelik siyah siluet karabatak sürüsüydü! Kılavuz
karabatak göl yüzeyine çıkınca onu takip eden koloni de çıkıyor,
kılavuz batınca arkadakiler de aynısını yaparak dalıyor, gözden
kayboluyordu.
Baskı makinesi baskı hızından SE-KA'dan alınan nemli gazete kağıdını
koparmış, bobin değişirken baskı makinesinin durmasından istifade
hiç olmazsa Avrupa Yakasına dağıtılacak son kalan 50 bin baskıya
haberi sokmuştuk! |
|
“Ben
herkesi çok seviyorum”
1970’li yıllar fotoğraf hocam Ergun Çağatay Kadıköy yakasında bir
kreşte okul öncesi çocuk fotoğrafları çekmemi istemişti. Gitmeden
önce çocuk fotoğrafı çekmenin zorluklarını, fotoğrafların bakışların
doğal olması için yapmam gerekenleri de bir bir sıralamıştı. Önce
çocuklarla arkadaş olmamı, onlarla beraber oynamamı, kameramı ortaya
bırakmamı, çocukların isterlerse oynamalarına göz yummamın çekim
öncesi bana ve makineye alışmaları bakımından faydalı olacağını
söylemişti.
Gittim ve söylediklerini aynen yaptım. Fotoğraf makinemi masanın
üzerine bıraktım, bazı çocuklar alıp baktılar, boyunlarına takıp
dolaşanlar oldu, sıkılıp bıraktılar, sonra çocuklara yumurta kabuğundan
burun yapıp boyandı, bantla kabuklar burunlara yapıştırıldı, hoplayıp
zıplayanlar burunlarını düşürdüler, ellerine alıp tekrar geldiler
“öğretmenim murnum düştü” diyenlerin burunlarına yumurta kabuklarını
tekrar yapıştırıp oyuna devam etmelerini sağladık. Bana alışmışlardı,
doğal hallerinin fotoğrafları çektim en son birkaç grup için toplanmalarını
istedim, bir tanesi itiraz etti, istemedi grup fotoğrafı çektirmek.
İkna edebilmek için çok ısrar ettim şartlı kabul etti, ağır ağır,
hece hece, kısık, nazlı çocuk sesiyle “Ayşegül çektirirse ben de
çektiririm” dedi. Sesimi onunkine benzeterek sordum, sen dedim Ayşegül’ü
çok mu seviyorsun?
Kırmızı yumurta burunlu başı yana bükük halde durup yüzüme baktı,
minik ellerini her iki yana açtı “Ben herkesi çok seviyorum” dedi.
Fotoğrafı çekip, kreşten ayrıldım, Kadıköy İskelesine doğru yöneldim
ve kendime “peki Haluk sen herkesi sevebiliyor musun” diye bu defa
kendime sordum, cevabım çocuğun verdiği cevap gibi olmadı. Şimdi
bile TV de gördüğüm bazılarını hala hiç sevemiyorum. Peki ya siz,
siz herkesi sevebiliyor musunuz...?
|
|
"Antalya yolunda bir kağnı arabası ve içinde bir hasta çocuk"
|
90’lı
yılların başı gezi yazıları yazıyorum sürekli tur halindeyim. İstanbul’dan
çıkıp Antalya’ya doğru yol alıyorum.
Bilirsiniz yaz aylarında Antalya istikametinde gidenlerin çoğunluğu
tatil köylerine denize gidenler oluşturan lüks otomobillilerdir.
Yanımdan 130 -140 km belki daha fazla hızla geçen BMW, Mercedes,
Ford gibi araçların yanında 110 km hızımla duruyor gibi kalıyor
seyir halinde ki hiçbir aracı sollamamış olmanın sabrıyla yol alıyordum.
Sol tarafta benden çok daha yavaş giden bir kağnı arabası gördüm,
bu devirde şehirlerarası bir yolda giden kağnı arabasının fotoğrafını
çekmek istedim durdum, yaklaşmasını bekledim.
Aracı süren efkarlı halde sigara içen yoksul ve zayıf bir köylüydü,
geldi o da durdu.
Neden durduklarını merak eden bir çocuk kahverengi kıl dokuma kaplı
kağnı arabasından yukarı başını uzattı o an öylece kala kaldım.
Aman dedim annesine ne olur indirir misin şu bebeği fotoğrafını
çekeyim, indirdi.
Elma yanaklı çocukla karşı karşıyayız. O bana bakıyor ben ona. En
iyi fotoğraflarımı çektiğim 80-200 zoom tele objektifle 135 değerlerinde
birkaç tane portre çektim ama doyamıyordum.
Koştum WV’ye birkaç tane şeker alıp çocuğa verdim, minik avucunda
sıkı sıkı tuttu, sonra annesi yumuk parmaklarını açıp şekerleri
aldı, anneye yapma, alma dedim, dinletemedim, şekerleri alınan çocuk
içine içine ağlamaya başladı. Anne "doktordan dönüyoruz, 42
derece ateşi varmış çok hasta" dedi. Kötü oldum, bir köylü
baba, bir anne, bir kağnı arabası ve ateşler içinde yanan hasta
bir çocuk doktordan dönüş, vızır vızır hızla geçen otomobiller...
Babasına "adresini ver resim güzel oldu sana göndericem"
dedim. Verdi ayrıldık.
Bir süre arkalarından öylece baka kaldım, o Burdur Sagalassos yol
ayrımından içeri, ben Antalya yönüne içim buruk devam ettim.
İstanbul dönüşü filmi yıkattım tahmin ettiğim gibi güçlü bir çocuk
portresi çekmiştim. Yıl biterken Erhan Sayılı matbaası takvim için
benden fotoğraf istemişti o çocuk portresini de beğendi, 12 sayfalık
takvimin bir yaprağına bastı. Çok mutlu olmuştum, takvimi rulo yaptım,
sattığım fotoğrafın parasını da içine koyup gönderdim.
İki hafta sonra bir cevap geldi, zarfın üzerine büyük harflerle
yazılı adresimin “L”, “K” gibi bazı harfleri sola dönüktü, gülümsedim,
zarfın içini açtım teşekkür ediyordu ve “köyde renkli fotoğrafı
olan tek çocuk benim ki” diye bir not vardı…
|
|
"Bazen de kaçırdığınız fotoğraflara hayat boyu yanarsınız"
|
WV tamirde otobüsle Cağaloğlu’na gidiyorum Karaköy’ü geçerken bir
baktım önümde aynı hizada giden araç bir kamyon ve kasasında en
az 50 tane postacı ayakta omuzlarında çantaları birbirlerine tutunarak
yol alıyorlar. Cefakâr postacıların bu durumunu çok yadırgadım,
içerledim, üzüldüm, PTT idaresine hiddetlendim.
Fotoğraf makinemi çıkardım hazırlanıp çekim anı kolluyorum ama nafile
lanet olası hiçbir camı açılmayan Leyland marka otobüsün kalabalığı
içindeyim. İlerledim şoföre kapıyı açarmısın derken parmağımla da
ileriyi kamyonu gösterdim, “Galata Köprüsü üzerinde kapı açamam
burası durak değil” dedi, yavaşladı, araya başka otomobiller girdi,
Eminönü’ne geldiğimizde kamyon bastı gaza kayboldu. Kaçırdığım fotoğraflardan
biri içimde ukde olarak kaldı.
Kamyonda ki postacıları çekemedim ama takip eden yıllarda her postahaneye
girişimde sağa sola hep baktım bir keresinde mektupları tasnif edenleri
görmüştüm o da ilginçtti. Yukarıda ki kaçırdığımın yerine ikame
bir fotoğraf.
|
|
"Sizin dışınızda gelişen olaylarda müdahale edemeden çaresiz kalmak
gibisi yoktur."
|
Bir hafta sonuydu ve gazetede Cumhurbaşkanı takip görevi verilmişti,
Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne gidilecek 7. Cumhurbaşkanı Kenan
Evren’nin vereceği basın toplantısına katılacaktım.
Kenan Evren Turgut Özal gibi değildi, ne yapacağı, hangi saatte
yapacağı, rotası, programı belliydi dakikti.
Belirtilen saatten farklı gelişi, gidişi, hızında sarkma, sapma,
gecikme olmazdı.
Erken gitmiş, Florya Köşkü bariyeri önünde içeri alınmayı bekler
vaziyette diğer gazete muhabirleriyle toplanmış konuşuyorduk. Çok
uzaklarda ağaçlar, çalılıklar arasından denize doğru gördüğüm bir
kompozisyondan çok etkilendim, birden kan dolaşımım hızlandı “ne
yapıp yapıp bunu çekmelisin” dedim kendime ama 15 gazetecinin arasında
bu çok zordu.
Çaktırmadan Cumhurbaşkanı basınla ilişkileri sağlayan, bu arada
bahçe kapısı önünde bizlerle sohbet eden Ali Baransel’e yaklaştım,
etraftan kimseye fark ettirmemesini söyleyip isteğimi kulağına rica
ettim, hatta yalvardım. Hafifçe dönüp baktığım yere baktı, nazikçe
reddetti, “Sizi birazdan topluca içeri alacağıııııız, çay ikram
edeceğiiiiiiz biraz bekleyelim” gibi laflar etti, “Yapmayınız, ne
olur bu kompozisyon kaçmamalı” dedimse de kabul etmedi “Seni içeri
alırsam hepsi girmek ister” dedi...
Çok istemiş olduğum kompozisyonu çekemeyip sadece seyretmekle yetindim.
Kaçırdığım fotoğrafta 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren eşinin vefatından
sonra İstanbul’a gelmiş "T" iskelenin ucunda ki iskele
babasının üzerine oturmuş, denize doğru martılara ekmek atıyor,
onun bir ülkenin Cumhurbaşkanı olduğundan habersiz sayılamayacak
kadar çok olan martılar da tepesi üzerinde dolaşıp dalışlar yapıyor,
çığlıklar atıyor, etrafında bekliyorlardı...
Yıllar geçti hala çekmeme mani olunan bu fotoğrafa yanarım... Bu
ikame fotoğraf da sizin hayal gücünüze kalıyor.
|
|
"Derinlik
Şarhoşu olmanıza neden olabilecek fotoğraflar."
|
Hayat boyunca çektiğim fotoğraflar arasında en fazla hoşuna
giden hangisidir diye sorsalar, birçok kompozisyon sayarım
fakat bunlar içinde iki farklı ortam var ki diğerlerinden
biraz daha önde yer alır.
Sıcak bir yaz günü Otohaber Dergisine hazırladığım otomobil
test-gezi için yollardayım, Marmaris Yalancı Boğaz'a gitmiştim.
Kaldığım tesisin içinde karı koca bir çift turistlere bir
hafta süreli havuzda dalış kursu veriyor, son gün denize dalışa
götürüyor. Kafile tekneyle yola çıkmak üzereyken bende katıldım.
Ne var ki benim daha önceden yaşadığım tüplü dalış tecrübem,
kurs bilgim yok. Derginin "Otohaberi her yerde okuyabilirsiniz"
diye bir sloganı var, aslında su altında temsili olarak bunu
gerçekleştirmek istiyorum, derdimi dalış hocalarına anlattım.
Tamam dediler kendini bize teslim et, söylediklerimizi yap,
sakin ol diyerek su altı işaret lisanı hakkında birkaç öğrettiler.
Dalış kıyafetlerimizi giyindik, bayan dalış hocası "ben
sizden önce dalayım aşağıyı hazırlayım" dedi ve daldı.
Merak bu ya eşine sordum aşağıda neyi hazırlayacak ki?. "O
şimdi denizkestanelerini kırar, içinden çıkan havyara çatalkuyruk
ve melanur gibi balıklar üşüşür, biz de balıkların içine dalarız,
akvaryum gibi olur". İyi bari diyerek bir süre sonra
biz de daldık.
İyi fotoğraf olsun da dalış umurumda değil, indik dibe, derinlik
saati 11 metre 50 santim de olduğumuzu gösteriyormuş. Fakat
manzara tarifsiz büyüleyici. Havuz gibi kayalık bir zemin,
sarı uzun saçları suyun içinde uçuşan dalış hocası, etrafında
yüzlerce korkusuz balığa bir şeyler veriyor, berrak tertemiz
mavi tonlar içindeyim.
Dergiyi önce hocaya verdim çeşitli fotoğraflar çektim sonra
da benim de bir fotoğrafım olsun istiyorum ama Nikonos su
altı kameram boynumda asılı, hortumun altında kalan kuşağı
kamerayı nasıl çıkartıp vereceğim?
Hoca durumu anladı, yavaşça ağzımda ki tüpten gelen havayı
ısırdığım hortumu aldı, kameranın kuşağını başımdan çıkarttıktan
bir süre sonra geri verdi.
Bulunduğum doyumsuz güzellikte ki ortamdan ayrılasım gelmiyordu.
Dalış hocaları haydi yukarı işareti yaptılar, itiraz ettim,
biraz daha diye, beş dakika daha kaldık kah zemine adeta yattım
kah kayalara oturdum yukarı bakıyordum. öfff şimdi dünya ne
çok sorunludur diye düşünüyor, burası iyi böyle demeye başlamıştım.
Acaba derinlik sarhoşluğu dedikleri böyle bir şey miydi, hiç
mi hiç yukarı çıkmak istemiyordum, inanılmaz mutluydum.
Hocalar endişelendi, işaretlerle tüp bitiyor hadi hadi"
deyip beni de alarak yukarı çıkışa geçtiler...
Balıklarla, tüpten çıkan hava kabarcıkların arasında dipte
yüzmek, fotoğraf çekmek anlatılacak gibi değildi.
"Skywalker'den uçak inişinde tepeden piste bakmak ve
ucağın türbülansında savrulmak."
|
İstanbul'un yaşadığı en karlı 1987 kışıydı. Kar sürekli
yağmış, iki haftayı aşkın süre yerden kalkmamış, hayat
tam anlamıyla felç olmuştu. Güneşi uzun süre göremeyenlerin
ruhsal durumu bozulmuş, kentin Küçükçekmece'den sonrası
ile irtibatı kesilmişti. Böyle sert hava koşullarında
Atatürk Hava Limanı da etkilenmiş dönemin Ulaştırma
Bakanı, eşinin İstanbul'dan Ankara'ya gelemeyişi ile
meraklanmış, uçakların niçin kalkamadığını meydana sormuştu.
O yıllarda "THY Magazin", Devlet Hava Meydanları
İşletme Müdürlüğü'nün "Airport" adlı dergilerine
de fotoğraf çektiğim için Valilikten alınan özel izinle
hava meydanı fotoğrafları çekmek üzere görevlendirilmiştim.
Meydanın açık olduğunu, Swissair uçaklarının İstanbul'dan
uçtuğunu, THY uçaklarının ise pistin sağına soluna kürenmiş
kar tepelerine kanat altında ki jet motorlarını vurma
korkusuyla uçamadıklarını vurgulayan fotoğraflar çekecektim.
Havanın pistin çok soğuk olduğunu iyi giyinmem gerektiği
konusunda uyarılmış, bende üst üste kat kat abartılı
giyinip piste ulaşmış, meydanın "Fallow me"
aracıyla pistin sonuna gelmiştim. Aracı uçağın tam arkasında
durmasını istemiş ve üstüne çıkmıştım.
Uçak havalanmadan önce jet motorlarını son güçle bir
çalıştırırmış, dayanabilirim sanmıştım, birkaç fotoğraf
henüz çekmiştim ki kuru yaprak gibi aracın üzerinden
karların üzerine doğru metrelerce savrulmuştum.
Yukarıda yer alan fotoğraf anlattıklarıımın öncesinde
çekilmişti. Fakat size anlatmak istediğim en çok zevk
alarak çektiğim fotoğraf ise sky-walkerdan çektiğim
fotoğraf olmuştu.
Hava meydanlarında ki aydınlatma direklerinin lambalarını
değiştirmek için sky-walker denilen havaya doğru katlanarak
yükselen merdivenler kullanılır, bilirsiniz. Benim çıkacağım
devasa boyda ki hava alanından çıkıp Yeşilköy Çiroz
plajında olacak, bende 5 /12 pisti, fotoğraflayacağım
aynı pistten Güneşli tarafına yapılacak diye dergiye
haber yapacağız, görev bu. Çiroz Plajı mevkiinde aracı
bekliyorum araç yok, tır gibi öyle büyük ve yüksek ki
hiç bir üst geçitin altından geçemiyor, uzaklardan bir
yerlerden nihayet dönüp geliyor. Bir mühendisle beraber
merdivenin ucundaki kutucuk gibi abine biniyoruz. Birbiri
ardına dört kere açılıyor, yükseliyoruz, aşağıdakiler
karınca kadar görünüyor. Yolda gelen uçak var mı diye
telsizle kuleyle konuşuyoruz, havada uçak bekliyoruz.
Fotoğrafların belirgin, aydınlık çıkması için pistin
yer ışıklarının sonuna kadar açılmasını istiyorum, mühendis
telsizle kuleye söylüyor, ışıkların tümü dört şiddetinde
sarılar, morlar, kırmızılar ne varsa şiddeti artırılıyor,
gecenin lacivertliğinde pist, mücevher tarlasına bürünüyor.
Güzelliği anlatılabilecek gibi değil.
Kuleye tekrar soruyoruz gelen uçak var mı diye, kuleden
cevap airbus geliyor iki dakikası var oluyor.
Uçak üzerimizden geçecek, akabinde sky-walkerı biraz
daha yükseltecekler, ışıklı pisti ve uçağın inişini
tepeden fotoğraflayacağım.
Aman tanrım... Aynısı oldu ama belimize kadar üstü açık
küçücük bir kutunun ucundayız, uçağın tepkisi nedeniyle
kabin salıncak gibi sallanıyor, devrileceğiz sanıyor,
bir yandan da fotoğraf çekiyorum. Olağanüstü kimseye
nasip olmayacak çok istisna bir durum, kule görevlileri
pisti, uçağı yandan görüyor, hiç bir heyecanı tadı yok,
pilot bile inerken sadece altında yaklaştığı pisti görebiliyor,
biz öyle değiliz uçaklı pisti görüyoruz!
Bu noktada ki seyir zevkinin tarifini anlatamayacağım,
yeniden yaşamak için eğer varsa fiyatı, bedeli neyse
acımadan verilir.
|
|
|
|
|
|
Bazen
tek kare fotoğrafla amacınıza ulaşabilirsiniz, ama bazen.
|
1968'den bu yana Fethiye Ölüdenize giderim, o yıllarda koyda sadece
dört beş odalı Meri Motel ve küçük bir kaç çadırlı kamp karavan
alanı dışında hiç bir şey yoktu. Geceleme yapacak yatlar havuz kadar
durgun olan Ölüdeniz'in içine girerler, koyun sahiline belirli aralıklarla
kıçtan kara bağlarlar uyurlardı.
Denize girince dalıp da yüzeye doğru bakınca yedi ton mavi sayardınız,
su o derece berrak öylesine temizdi.
Gel zaman git zaman deniz suyunun kalitesi bozuldu, bulanıklaştı,
koyun sahilinde kirliklik birikimleri başladı, kapalı koyun temizlenme
imkanı kalmadı, sonuçta Ölüdeniz'in içine yat girişi yasaklandı.
Koyun girişine bir görevli dikildi gelen yatlar düdüklerle uyarıldı.
Her sene günübirlik de olsa Ölüdenizi ziyaret ettim. Bir keresinde
akşama doğru güneş zirveden ufuk hattına yaklaşırken koyun geri
planda kalan sırtları gölgede kalır, çam ağaçları stüdyo fonu gibi
koyu olurdu.
Nikon F2 de 36 pozluk Kodakcrome film vardı, filmi genellikle karanlıkta
makinaya koyar, dişlilere takar uygun hale getirmek için amors dediğimiz
ilk üç dört kareye de fotoğraf çeker, filmi sıfır fire ile kullanırdım.
Kodakcrome düşük asalı, ince grenli Akdeniz için gün ışığında mükemmel
netice aldığımız, filmi satın alırken banyo ücreti içinde olan ve
yurt dışında banyo edilip postayla geri gönderilen pahalı bir film
türüydü. İşin kötü tarafı kameramın filim sayacı son kurduğumda
38'i gösteriyordu yani tek kare fotoğraf çekebilecektim.
Işık surf yelkenine kontra düştü, bir Zodiak şişme bot yaklaşıp
o da kontra ışığa girdi, deklanşöre bastım, kolu zorladım ama nafile
bir kez daha makinayı kurma şansım yoktu o son kareydi.
İyi bir şey çektiğimi biliyordum ama merak başladı. Filmi çıkartıp
banyo için İspanya Kodakcrome labaratuarına gönderdim 10 gün sonra
postacı yıkanmış, karton çercevelenmiş kutuya konmuş paketi getirdi,
sabırsızlıkla açtım, projeksiyon makinasında büyütüp uzun uzun seyrettim
yanılmamıştım son kare düşündüğüm gibiydi.
|
|
Kartpostal
gibi büyülü güzellik.
|
Gazetede muhabir arkadaşımla gece 18.00 - 02.00 arası çalışıyoruz,
telsizden anons geçti, fosfat yüklü Deniz Sönmez şilebi Midye Adası
açıklarında su alıyor, batma tehlikesi var diye. Ulaştırma servisinde
görevli taşaron bir arkadaşın aracıyla fırladık yola. Saray Vize
yolu inanılmaz halde yolda tek lastik izi yok, her yer diz boyu
kar, manzara muhteşem, hava buz, kayak yapar gibi yol alıyoruz.
Gemiyi Kıyıköy'de bulduk fotoğrafladık, sabaha karşı İstanbul'a
dönüyoruz. Sürücü arkadaş "Aracın arkası çok kayıyor, şu otostop
yapan avcı arkadaşı araca alalım ağırlık olsun" dedi öyle yaptık.
Avcı arkadaş konuşkan, av hikayeleri de bilirsiniz bire bin katılarak
anlatılır, o da öyle yapıyor bir geyik gördüm boynuzları iki metreydi,
bir kartal gördüm üç metreydi bizde öyle dinliyoruz.
Ben dayanamadım bir fıkra anlattım. "Avcının birinin saçmaları
bitmiş, karşısında bir geyik bonuzları üç metre duruyor, avcı başlamış
ağlamaya, göz yaşları donmuş saçma gibi olmuş, avcı bunları namluya
doldurup atış yapmış geyik yere düşmüş, avcı gidip bakmış, bir de
ne görsün geyik ölmüş ama saçmalar yolda erimiş geyik başına gelince
beyin sulanmasından ölmüş.... Gülüştük, avcı içinden fena içerlemiş
olacak ki "Durun burada bir atış yapalım" dedi. Tamam
dedik indik araçtan aşağı, ileride kuru kesik bir ağaç gövdesi gösterdi,
"ben buraya atacağım, siz de benim attığım yere yakın atmaya
çalışınız" dedi.
Allah biliyor ya kendimden hiç şüphem yok, ama muhabir arkadaşım
ve ulaştırma görevlisi nasıl atacak acaba diye merak ediyorum.
Muhabir arkadaşım avcının attığı noktanın dört parmak üstüne attı,
avcı şok. Tüfeği doldurdular bana verdiler ben de avcının attığı
noktanın dört parmak altına attım. Üç iz alt alta sıralanmıştı ki
sürücü arkadaşın atışı avcının attığı noktayla eşleşti. Tekrar bindik
araca, avcı araçtan ineceği yere kadar hiç konuşmadı.
İstanbul'a gelene kadar biz de güldük, tamam benim askerde G 3 tüfek
ve Smith&Wesson la atış birinciliğim vardı, peki ya diğerleri
nasıl başarmıştı. Sonunda öğrendik ulaştırma görevlisi de ordudan
ayrılma atış bilen eğitimli bir üsteğmenmiş. İşte yukarıda ki atış
yaptığımız mahallin fotoğrafı da buydu.
|
|
|
Haliç'te
yağlıboya benzeri tablo gibi görünen mavnalar.
1973 Nikon F2 fotoğraf makinesini yeni almıştım, her fırsatta foto
safariye çıkmayı da kendime vazife edinmiş bir amatörüm. Sanat taklitle
başlar ya, haliyle sizden öncekiler ne yapmış, ne çekmiş, nasıl
çekmiş, neden çekmiş ben daha iyisini nasıl çekebilirim, bunun muhasebesi
içinde oluyor insan. İnkar edecek değilim, Ara Güler niçin bu kadar
Haliç fotoğrafı çekiyor, fotoğraf çekerken hangi makinayı, hangi
objektifi kullanıyor diye alenen takipdeyim.
Koşullar aynı değil, onun Laica'sı var, 20 mm geniş açısı, 500 tele
objektifi, benim ise sadece 50 mm objektifli muhafazasını çıkartmaya
kıyamadığım, fotoğrafı çektikten hemen sonra muhafaza içine koyduğum
binbir zorlukla aldığım, üzerine titrediğim bir tek makinam var.
"Hadi" dedim kendi kendime Haliç çalışayım, renkli mavnalar,
kayıklar, tamire sökülmeye gelmiş gemiler tersaneleri çekerim diye
düşünerek Eminönü, Karaköy arası çalışan dolmuş kayıkların birine
bindim.
Bedreddin Dalan Belediye Başkanı olana dek Haliç'in her yeri fotoğraftı,
eski İstanbul'du, tabloydu, bir tur atıp dört beş makara fotoğraf
çekseniz neredeyse fotoğraf sergisi açacak kadar malzeme çıkardı.
Her yer fotoğraftı, pastel renkler, siluetler, römorkörler, sallar,
kayıklar, Balık Haline, Sebze Meyve Haline gelen tekneler, en çok
da mavnalar tablosu yapılacak güzellikler sergiliyorlardı. Sizin
artı bir şey yapmanıza gerek yoktu, objektifi nereye tutsanız çektiğiniz
hüzünlü İstanbul'un sanat fotoğrafı olurdu.
Hani bir de fotoğraf karesi içinde bir kaç martı, bir kaç portre
yakalamışsanız tamamdı, gelecekte kıymete binecek bir fotoğrafa
imzanızı atabilirdiniz.
Yukarıda ki fotoğraf da kayık içinden Karaköy sahiline yaklaşırken,
günümüzde ki motor iskelesinin yanaşma yerinde duran renk ahenk
mavnaların yağlı boya gibi çıkmış bir fotoğrafı olmuştu.
|
|
|
Güzelhisar
sis'de Boğaziçi'nde
Bazen nedenini bilmeden kendinizi kaptırdığınız tutkuya dönüşen
meraklarınız olur, benim kömürlü gemilere olan merakım da öyleydi
işte. Hiç gereği yokken sırf içinde yolculuk etmiş olmak için kömürlü
gemilerle bir yerden bir yere gider geminin atmosferini yaşamaktan
büyük haz duyardım, Kazan dairesine inip kömür ocağa kömür atılışını,
kaptan köşlkünü, geminin bacasını, halatını, camını çerçevesini,
nesi var nesi yoksa hepsini fotoğraflardım. Bu merak gazetecilik
yapmaya başladıktan sonra da katlanarak devam etti. Sonunda Karaköy
yüzer iskelesi galerisinde 'Kömürlü Gemiler" fotoğraf sergisi açmama
dek ulaştı. Yukarıda ki fotoğraf öncesi WV ile üsküdar'dan çıkıp
Boğaziçi Köprüsüne doğru gelirken Tekel binası önünü henüz bitirmiştim
ki gemiyi siste ilerlerken gördüm, zaman kazanmak için Kuzguncuk'a
doğru hızlanıp biraz ilerde beklemeye başladım.
Cisim dengesini bulabilmem için zamanı kollamam lazımdı, fotoğraf
karesinin her iki yanına sisin içinden yükselen İntercontinental
ve Sharaton Otellerini koyarsam, ortaya da gemiyi yerleştirirsem,
kayıkları da serpiştirdim mi balans ve dağılım tamamdı. Gemi ilk
kademe, boğaza çökmüş olan kesif sis perdesi ikinci kademe, otel
binaları üçüncü kademeydi, e daha ne olsundu. Fotoğrafı gazeteye
verdim, ertesi gün İstanbul İlavesinde 10 sütun olarak yer aldığında
tarih 04 Mayıs 1977'yi gösteriyordu.
|
|
|
Yılların İskele Babası
Günümüzden 56 yıl önce 1962 yılında Dolmabahçe sahilinden balık
tutardım. O yıllarda kamışla balık tutmak yaygın değildi, Shakespeare
marka kamış oltayı da pek bilmezdik. Oltacılar Galata Köprüsü Karaköy
Ayağına yakın bölümde köprü altında yoğunlaşmıştı. 50 metre misina,
bir mantar etrafına sarılır, 150 gram kurşun, üç tane sinek iğnesi,
bir de fırdöndülü gövde satın aldınız veya kendiniz yaptıysanız
balık tutmaya hazırdınız.
İşe bakınız ki İstanbul sahillerinde balık yuvaları henüz bozulmamıştı,
sıfır kumsallar vardı, İstanbul balığı olan uskumru gibi izmarit
balıkları da boldu. İzmarit yassı bir balık olduğu için oltaya geldiğinde
misinayı çekerken balığın ağırlığını parmağınızın ucunda hissederdiniz.
İzmarit sanki çipura balığı yakalamışsınız hissi verirdi, tutması
çok zevkliydi.
Oltayı kapıp evden de bir saat balık tutma izni aldığım zaman işte
bu sahile giderdim. Kıyı boyu sığdı, bir tarafımda Dolmabahçe Saat
Kulesi, Saray, diğer tarafta Dolmabahçe Camisi. Önceleri ya kurşun
oltayı çevirirken kopar, ya çekerken dibe yosunlara takılır, kopar
ya da oltayı denize atarken mantarı da cebimde tutamaz denize atardım.
Baktım olacak gibi değil, mantarı bu iskele babasının etrafında
dolar, en azından sabitlerdim.
Gel zaman git zaman Galata Rıhtımına yanaşamayan Camberra, France,
Cunard gibi büyük turist gemileri Dolmabahçe açıklarında demirler,
yolcusu sahile bu babaya bağlanan şadlara indirilirdi.
Defalarca gelen USA 6. Filo askerleri de bu babaya bağlanan şadlara
yanaşan filika ve motorlardan inerlerdi.
Şimdilerde bu babanın etrafına açık kapalı alanları olan, yerleşik
sabit kafeler açıldı. Bu iskele babasının yanında çay kahve içiliyor.
Artık balık tutacak yer olmaktan çıkmış, yine de babanın varlığı
benim çocukluk anılarımı yaşatıyor.
|
|
|
.............................................................................................................Devam
Edecek |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
©
2000-2019, Sihirlitur'daki tüm yazılar ve fotoğraflar
Haluk
Özözlü'ye
aittir, alıntı yapılamaz, izinsiz kullanılamaz.
|
|
|
|
|
|
|
|