Ağa Cami sokağından çıkıyor aynı sırada ona paralel Emek
Sinemasının sokağına giriyoruz.
Az kaldı unutuyordum önce tam karşıda aynı civarda bir uğrak
noktamız daha "Atlantik Büfe" var. Atlantik Büfenin
özelliği tabakta sosis veriyor olması. Frankfurter gibi
uzun bir sosis tabağa konuluyor. Yanına patates tava veya
pilav, bir de makineden hardal, keççap basılıyor. Bu sos
işi o yıllarda çok yeni, hardal bildiğimiz hardal ama bir
tek orası yapıyor bu makinede basma işini. Üst katı da nezih,
yer bulunmaz bir restoran, sinema öncesi vakit geçsin diye
ilk önce Atlantik büfede bir sosisli yeme modası var, yanında
da Arjantin yani kocaman bir bardakta soğuk fıçı bira.!
Değme keyiflere diyecek yok.
Şimdi yeniden Emek sineması sokağındayız. Köşede çorapçı
bugünkü gibi. Emek sinemasında film seyretmek, sinemaya
gitmek ise şölen gibi. Salonun altın gibi sapsarı, parlak,
pilili, büzgülü bir perdesi var, katlana katlana, nazlı
nazlı yukarı kalkıyor, tavanda toplanıyor.
Perdenin açılışını görmek için bir çok kimse her kez den
önce giriyor salona. Çok kaliteli filmler geliyor, ilk kez
bu sinemada vizyona giriyor. İşte biri. 26 hafta boyunca
her seansta full salona oynayan bir film 1961 yapımı "Batı
Yakasının Hikayesi" yani orijinal adıyla "West
Side Story" film öyle etkileyici ki, müziği de güzel,
defalarca gören var. Film' den söz edilince ben 3, ben 5
kere gördüm diyenlerle karşılaşabiliyorsunuz.
Hatta öyle ki filmden çıkan gençler, filmdeki gençlik gruplarının
yaptığı gibi ellerini öne doğru uzatıp parmaklarını şıklatarak
Taksim'e doğru yürüyorlar.! Tamam diyordunuz bunlar West
Side Story filminden çıkmışlar, havaya da girmişler, kendilerini
baş rol oyuncusu George Chakiris sanıyorlar..! ( Burada
bir parantez açmam gerek 70'li yıllarda "Lak Lak"
modası yayılmıştı, lak lak denilen şey iki tane tornadan
çıkmış langırt topu düşünün, bunlar birbirlerine iple bağlı,
topları elinizin her iki yanında tutuyor, yukarı aşağı el
hareketinizle bir yukarda bir aşağıda buluşturuyorsunuz
topları. Bu buluşmada toplardan "lak" diye bir
ses çıkıyor, seri olarak yapınca sesler lak lak lak diye
devam ediyor. Eğer beceremeseniz elinize çarpan toplar parmak
kemiğinizi morartıp canınızı yakıyor.
Gençlik arasında çığ gibi yayılan bu el oyununu ustalar
bakmadan yapıyorlar. Bunlar arasında "Lak Lak"
ları ile Beyoğlu'nda yürüyenlere de rastlanıyor)!
Emek
Sineması müthiş filmler gösteriyor
Dedim ya, Michelangelo Antonioni'nun ünlü filmi "Blow
Up" İlk kez bu sinemada oynamıştı. Kadroya bir bakalım
isterseniz yönetmen Carlo Ponti
başrolde 2003 yılı sonunda 62 yaşındayken kaybettiğimiz
David Hammigs, Venessa Redgrave, Sarah Miles, Jane Birkin,
Rus foto model manken Verushka, müzik Herbie Hancock içerde
bir de parça var "Stroll On" Jimi Page'li Yardbirds'den
. Tanrım olamaz böyle bir şey! Film bitince kimse bir şey
anlamıyor çıkışta her kez bir birinin yüzüne garip garip
"Sen bişey anladın mı" gibisinden bakıyor! Ben
bu ifadelere bayılıyorum dört kez gidiyorum. Bugüne dek
çeşitli şehirler, tekrar gösterimler, Sinema ve Film Enstitüsünde
ders olarak Akademi öğrencilerine de gösterimi sayarsak
(TV hariç) belki sekiz kez belki on kez seyrettiğimi hatırlıyorum.
Pandomim ile başlayıp aydınlatılamayan bir macera ile gelişen
çok fazla mesaj içerikli film pandomim ile sürrealist olarak
bitiyor.
(Son bir not ekleyim, benim gazeteci olmama neden olan film
diyebilirim).
Filmden Kareler için tıklayınız
Blow-Up Filminden Fragman ve Videolar
|
|
|
Emek sineması "İrlandalı Kız" filmini de göstermişti.
İlk kez guardofonik ses düzeninin uygulandığı filmdi. Film
sahnelerinden birinde barın sol kapısından içeri giren adamın
ahşap zeminde ki ayak sesleri sol hoparlörden duyulmaya
başlıyor, seyircilerin kafaları sola dönüyor, adam yürüyüp
sağ kapıdan çıkacak, bu defa kafalar aynı anda salonun sağ
duvarındaki hoparlörler yönüne dönüyor, yani seyirci şaşkınlık
içinde.!
The
Who topluluğunun "Toomy Opereti", "Hair"
isimli müzikali, Dustin Hofman, Jacklin Bisset'in "Sınıf",
müziğini Simon and Garfunkel'in yaptığı "Sound of Silence",
Omar Şerif'in "Doktor Jivago" Emek sinemasında
seyredilen ve hafızalarda iz bırakan unutulmaz filmlerden
bazılarıydı.
Filmi çok beğenenler bir seanstan çıkar, öteki seansa tekrar
bir bilet alır, filmi bir daha görürlerdi. O yıllarda sinemaların
fuayelerinde film başlamadan ve antrakta oturulur, pasta
yenir, limonata içilirdi.
Tiryakilerin sabırsızlıkla bekledikleri bu antraklarda hele
film bir Alain Delon filmiyse illaki Gitane veya Gauloise
gibi sigaralar yakılırdı. Bu markalar kadar Pall
Mall, Kent sigaraları da ünlüydü.
Beyaz Kom gömlekler giyilir, ön cebe bu sigara paketleri
konarak yarı şeffaf gömlek cebinden Türkiye de karaborsada
bulunan, yurt dışına giden bir dosta sipariş edilerek edinilen
sigara paketleri ile bir tür aksesuar gibi hava yaratılırdı.
Zaten Alain Delon filmlerinde antrak olmadan kısa süre önce
aktör filmin en heyecanlı ve gerilim noktasında, ki bu çoğu
zaman cinayetin düğüm anı olurdu, işte tam o anda bir Gitane
çıkarıp yakardı. Bu çağrışımdan etkilenen gençler aynısını
yapmak ister, film arası ışıkların yanmasıyla, sigarasını
yaktığı an biraz olsun kendini Alain Delon zannederdi.
Mireille Darc, Brigitte Bardot, Catherine Deneuve, Ursula
Andres, Reguel Welc, Elke Sommer, Sophia Loren, Liz Taylor,
Claudia Cardinale, Virna Lisi, Kim Novak, Sente Baker, Sharon
Tate, Rosemary Dexter dönemin ünlüleriydi, sadece onları
görmek için konuya bakmaksızın filme gidilirdi, çabuk geçen
alt yazılar bile okunmaz aktrisler seyredilirdi...
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
1967-68 yıllarında olgun ve kendine güvenen bazı bayanlar
siyah renkli file örgü desenli "Öğretmen" markalı
çorapları giyerlerdi ve antrakta hafif frikik vererek oturdukları
bekleme salonunda şuh bakışlarla mentollü "Çamlıca"
sigarası içerek etrafı süzerlerdi. Bayanların bir çoğu Beyoğlu
sinemalarına uzun tüylü kürkle gelir, salondan çıkarken
kürklerini giymeden omuzlarına alırlar ya da fuayede oturuyorlarsa
kucakları üstüne koyar sanki bilmiyormuş gibi açılan eteklerinin
altından bacaklarını bonkörce sergilerlerdi. Birde film
sırasında uzun manikürlü tırnaklarıyla bacağını naylon çorabı
üzerinden kaşıyanlar vardı ki, tırnak ucuyla naylon çorap
arasında oluşan bu ürpertici ses delikanlıların içini bir
hoş yapardı!.
Beyoğlu sinemaları Alkazar, Atlas, Elhamra, Yeni Ar,
Rüya
Beyoğlu sinemaları film başlamadan önce fragmanda haftanın
maçını film perdesinde, biraz da hızlandırılarak gösterir,
bu çekim maçın üstünden bir hafta geçmesine rağmen heyecan
yaratır, bazılarının tezahüratına, alkışlamasına bile neden
olurdu!
Gelecek program, pek yakında derken film başlar ve bitime
yakın kalabalık arasında kalmadan salonu terk etmek isteyenler,
filmin sonunu kapıya yakın ayakta izler, son yazısını beklemeden
koşar adım salondan çıkardı.
Beyoğlu'nda 21.15 suare seansı daha elit bir kitle tarafından
izlenirdi, 23.30 gibi film çıkışı güvenle, emniyetle Galatasaray'dan
Taksim'e ailece yürünür, yollarda eşçinselere, tinercilere,
bally koklayanlara rastlanmazdı.
Sinemalar arasında bazıları locaları ile ünlüydü.
Okulu kıran gençler, matine seanslarında kız arkadaşlarını
bu localara götürüp, kaçamak öpücüklerle film süresini geçirirlerdi,
locadan çok öpücük sesi gelirse yer gösteren görevli elektrik
fenerini tutar, locayı bir tür kontrol ederdi.
Kapı girişinde sağlı sollu iki heykel bulunan Alkazar Sineması
sürekli matineleri ile her daim dolu olurdu.
Atlas, Elhamra,Yeni Ar, Rüya gibi bir çok sinemanın girişlerinde
bulunan camlı panolara konan film afişlerine, filmden sahneler
gösteren fotoğraflara uzun uzun bakılırdı.
Bir süre sonra 70 li yıllarda seks filmleri furyası başladı.
Matineler devamlı olup, hangi saate giderseniz gidin, ne
kadar kalırsanız kalın, sürekli aynı biletle filmi seyredebilir,
zaman geçirebilirdiniz. Bir çoğunda filmlerin senaryosu,
konusu falan hiç olmazdı!.
Seks avantür, komedi türü bir film başlar, bir anda yatak
sahnesine geçilir, ya da film komik ama sevişme sahneleri
ile devam ederdi.
Film isimleri de ilginçti
Mesela Behçet Nacar, Gülgün Erdem'in başrolü paylaştıkları
"Parçala Behçet" iyi gişe hasılatı yapmıştı.
Düzgün bacaklara sahip olan "Bayan Bacak" lakaplı
Serpil Örümcer'in rol aldığı "Bayan Bacak, Tabanca
Bıçak", Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş'ın çoğu zaman
beraber rol aldıkları "Çuf Çuf Kayıkçı", "Civ
Civ Çıkacak Kuş Çıkacak", Mine Mutlu'nun "Kadınım",
Seher Şeniz'in rol aldığı "Kurt Kanı" hafızalardan
silinmeyecek türden filmlerdendi. Sanat filimlerinden çok
seks film furyası almış başını gidiyordu, film isimleri
tahrik edici, merak uyandıran, güldüren, gençliğin ilgisini
çekecek olmasına dikkat ediliyordu.
Ah deme oh de, Zımbala Bilal, Tak fişi bitir işi, Çikolata
sevgilim, Rejisörün yatak odası, Seks fırtınası, Beş atış
yirmibeş, Sokak Kadını, Satılık kadın, Alemin keyfi yerinde,
İki yosmaya bir kurşun, Beyoğlunda vuruşanlar, Kartal Pendik
gittik geldik bunlardan bazılarıydı.
Özcan Tekkül, Figen Han, Melek Görgün, Arzu Okay,
Feri
Cansel, Aysel Tanju, Elif Pektaş, Yeşim Yükselen, Zerrin
Egeliler, Birsen Ayda, Dilber Ay, Sevinç Pekin, Oya Peri,
Mualla Omay, Mine Soley, Piraye Uzun, Gülgün Erdem, Ceyda
Karahan bir içim suydu...
.
Beyoğlu'nda gece kulüpleri de vardı bir tanesinde
Yorgo
Pavuridis çıkardı. Galatasaray da "Şanzelize'de adı
beyaz neonlarla yazılı Neptün Sabah sahne alırdı. 30 metrelik
mikrofon kablosuyla, ellerine taktığı zillerle çalmaya,
oynamaya daha kuliste başlar kendi görünmeden sahneye önce
sesi gelirdi. Konsimatrisler teker teker sahne alırlar orkestra
eşliğinde şarkılarını söylerler, sonra da davet aldıkları
masalara konsimasyona giderek oturur, sohbet ederler, dansa
kalkarlar, mümkün olduğunca müşteriye masraf yaptırmaya,
masaya, visky siparişi verdirmeye çalışırlardı.
Çoğu kez kendilerine garsonun getirdiği alkolsüz içecekleri
içerler,
şişeden içmeye mecbur kalırlarsa bir ara kalkıp gider boğazlarına
parmak sokup içtiklerini alkolü çıkartır, tekrar masaya
dönerlerdi.
Beyoğlu'nun önemli uğrak noktalarından biri de İnci Pastanesiydi,
aynı ününü günümüzde de koruyan İnci Pastanesi çikolata
sosu rakipsiz olan profitrol'ü meşhurdu.
Emek sineması sokağının içinde Sinepop sineması, sonunda
ise Türkiye'nin ilk self servis uygulanan lokantası Barutcuoğlu+Arda+Bora
Beylerin işlettiği "BAB Kafeterya" vardı.
Beğendiğiniz yemekleri tepsinize alır, kasaya ödemesini
yapar, beğendiğiniz koltuklu masalara otururdunuz. Bu tarz
uygulama ilk'ti. Sahibi Aslan Barutçu aynı zamanda Türkiye'ye
tilt ve langırt makinelerini ilk getiren kişi olarak bilinirdi.
Atlas Sineması yanında Yılların Tiyatro oyuncusu Mücap Ofluoğlu'nun,
(Daha sonraları kanto söyleyen) Nurhan Damcıoğlu ile birlikte
oynadıkları "Pepsi" adlı tiyatro oyunu aylarca
sahnelenirdi.
Beyoğlu Konserleri
Beyoğlu konserleri genellikle Fitaş Sinemasında olurdu,
şehrin en yeni ve en modern sinema salonu olan Fitaş Sineması
girişinde film fragmanlarının bulunduğu vitrinlere konser
afişleri asılırdı. Konser günü gelip çattığı zaman o seans
film gösterimi yerine konser hazırlıkları başlardı.
Seyirci konser için biraz daha değişik giyinir, biraz daha
marjinal tipler ortaya çıkardı, ayaklarında
botlar, merdivenlerin basamaklarına oturanlar, ağır hareket
eden baygın bakışlı, uçuk tipler, renkli pantolonlu, değişik
saç kesimli gençler sayıları az da olsa dikkat çekerlerdi.
Salonun konser fotoğrafçısı vardı Ömer Keskin Foto TEK,
seyirciler arasında konser izlerken coşkulu anlarda fotoğraflarını
çekerdi, konser sonrası hem sahneye çıkanların, hem de kendi
fotoğraflarınızı Yeni Melek Sineması Yanı Güneş Han no:
19’a gidip satın alabilirdiniz.
Fitaş konserlerinde genellikle bir çok grup sahne alır ikişer
parça söyler sahneden inerlerdi. 14.Ocak 1968 verilen bir
Cumartesi konserinde Selçuk Alagöz, Ertan Anapa, Mavi Işıklar,
Orhan Gündoğdu, Apaşlar, Erkin Koray konsere çıkmışlardı.
Bazen de Erkin Koray tek başına solo konserler verirdi.
Ön grubu o yıllarda undergraund müzik yapan "Bunalımlar"
olurdu.
Seyirciyi konsere hazırlayıp sahneyi ısıttıktan sonra sunucunun
üç dört kez karşınızda Erkin Koray demesine rağmen, Erkin
Koray hemen görünmez, sabırlar zorlanır, ıslıklar, alkışlar,
çığlıklar artar ve nihayet sahne perdesinin arkasında davulun
atakları, gitarın ses ayarı duyulur, konser birdenbire bomba
gibi başlardı.
Konser sinema salonunda film izlenir gibi oturarak takip
edilir, coşkunun artıp ayağa kalkıldığı zaman ayaktakiler
arka sıradakiler tarafından uyarılır oturtulurdu. Konser
bitiminde son parçada oturan kalmaz herkes ayaklanırdı,
sahne önüne yığılmalar başlardı. Taşkınlık yapanlara müdahale
etmek üzere salonda iki tane de güvenlik görevlisi bekçi
olurdu.
Beyoğlu'nda
Moda
60'lı yıllarda değişim sadece Beatles müziği ile gelmemişti.
Yüksek volümlü, desarj tipi müziğin yanında modada da büyük
devrim yaşanıyordu. Yeni bir elbise alınınca giyilip çıkılacak
ender yerlerden biriydi Beyoğlu. Beatles üyelerinin başlattığı
uzun saç modası çok geçmeden benimsenmişti. Sonraları moda
öylesine tutmuştu ki her kez saç uzatıyordu, uzun saç modasını
iş adamlarında, gazetecilerde de, Beşiktaş semt pazarında
küfe hamalında da görebiliyordunuz. Modanın ilk yıllarında
okul idareleri öğrencilere uzun saçı men ettikleri için
okula gelirken saçlar limon suyu ile yapıştırılıp kaskatı
yapılır, inek yalamış gibi kısa bir görüntü sağlanmaya çalışılırdı.
Hafta sonu yıkanan saçlar enseleri kapatır, uçuşa uçuşa
giden uzun saçlı gençlere çevreden hep laf atılırdı. Modanın
ilk öncüleri, uzun saçlarından dolayı çok laf yemişlerdi.
Bilhassa yaşlı kadınlar uzun saçlı bir delikanlı görünce
"Aaa kız mı erkek mi anlayamadım", "Ayol
kız zannettim, erkekmiş" "Arkadan aynı kız gibi"
veya "Annen gibi saç uzatacağına, baban gibi bıyık
bırak" gibi laflar atılırdı!
Elbiseler de farklıydı, modanın öncü mağazalarından biri
ve kaliteli bir butik olan "Galeri Edip"di.
Galeri
Edip
Sık düğmeli göğsü saran, dar kesimli, beden sonra genişleyen,
derin yırtmaçlı etekleri kloş redingot tarzı uzun, dik ve
bebe yakalı pardösüler, börek gibi düğümlenen geniş kravatlar,
uzun dik yakalı gömlekler, şık kol düğmeleri
lastikli
pantalon askıları koydukları güzel vitrinleri dekore ederlerdi.
Dört düğme veya balıksırtı bir ceket, ispanyol paça bir
pantalon kendinden söz ettirirdi.
Geniş kulaklı kelebek misali papyon kravatlar öylesi cazipti
ki hangisini alıp takacağınızı şaşırırdınız.
Tutma yeri bambu, siyah uzun şemsiyeleri taşımanın verdiği
bir zevk vardı, isterseniz sapından tutardınız, isterseniz
bambu saplı şemsiyenizi kolunuza takar akenkle yürürdünüz.
Tek düze beyaz naylon gömleklerden, manşetleri bol düğmeli,
renkli gömleklere geçen geçenler, önü başka, arkası başka
renkli pantolonlarla daha o yıllarda tanışmışlardı. Bileklerde
isim yazan kalın zincir gümüş künye takmak vazgeçilmezlerdendi.
Bayanlarda ise durum çok farklıydı. Mini etek modası hızla
yayılmaya başlamıştı. Bacakları güzel olsun olmasın bir
çok kız dizin dört parmak üstünde giydikleri etekleriyle
Beyoğlu'na çıktıkları zaman gençlerin akıllarını başlarından
alırlardı.
60'lı
yıllara kadar döpiyes, tayyör, mantoların içinde dolaşan
kızların bu bonkör davranışları, dizkapaklarının dört beş
parmak üstündeki etek boyları ile yeni tanışan gençleri
çıldırtmaya yetmişti. Karşıdan
mini etekli bir bayanın gelişini gören beyler, bayan yanlarından
geçtikten sonra bile kendilerine mani olamaz, bir de dönüp
arkasından bakarlardı.
Mini etekli kızı gözüne kestiren ve ilk kez karşılaştığı
aşırı tahrikten etkilenen bazı gençler, yakın geçişlerde
el atma, (pandik) omuz atma, gibi avuç içi temaslarda bulunurlar
eylem sonrası kalabalık kaldırımda sıvışırlardı! Bayanın
geriye dönüp söylenmesiyle de böyle bir sarkıntılığa maruz
kaldığı hemen anlaşılırdı.
Vakko Beyoğlu'nun en ünlü moda markasıydı. Hafta başı yeni
vitrin yapardı. Vitrine koyduğu takım elbiseler, gömlek,
kravat, etek, buluz konuşulurdu. Aynen şöyle denirdi " Vakko
bir gömlek koymuş, bittim azizim". Zaten çok az sayıda yapılan
bir Vakko gömleği, kravatı, fuları, ipek eşarbı bir başkasının
üzerinde göremezdiniz. Vakko ne vitrin yapmış, ne koymuş
bakalım Beyoğlu'na çıkış bahanesi olur, vitrin değişimi
merak ve heyecan yaratırdı.
Çiçek Pasajı, Balık Pazarı
Beyoğlu
gezimize Balık Pazarı çevresinde devam ediyoruz. Cadde üstü
Çiçek Pasajı girişinde "Degustasyon" lokantası
var. Unda pane edilmiş yanında limon ile servis edilen sinitsel'i,
mezeleri pek güzel. Eskiden yazarlar, edebiyatçılar, şairler
daha sık gelirlermiş. Ben çiçek pasajını seyreden penceresini,
yaşlı, ağırbaşlı garsonları, kahverengi ahşap hakimiyetindeki
salonu, beyaz örtülü masaları yaşlı müşterileri ile daha
çok anımsıyorum. Çiçek Pasajı daha cazip gelirdi.
Pasajın üstü açıktı, şimdiki gibi mavi kubbe yoktu, dairesel
biçimli gökyüzü görünürdü.
Girişte sağlı sollu, tahta, eski mi eski yıllanmış fıçılar
dizilir, bu fıçılar masa olarak kullanılırdı. Arjantin olarak
anılan büyük bardak veya küçük bardak biranızı alıp ilişiyorsunuz
fıçının çevresine yanına bir patates tava, bir,iki çöp midye
tava, paranız varsa bir de karides aldınız mı zevkine doyum
olmuyordu. Aydınger kağıdını köşelerinden büküp içini havuz
gibi yapıyorlar, karidesleri koyup üzerine limon, zeytinyağı
boca edip, bir avuç da maydanoz atıyorlar, 7,5 TL ödüyorsunuz,
birayla harika gidiyor. Kalabalık, her kez omuz omuza ama,
kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Fıçının üzerine koyduğunuz
bardağınızı alırken olur ya tesadüfen kolunuz yanınızdaki
aynı amaçla orada duran ama hiç tanımadığınız birine değmişse
pardon'unuza "Aman ben pardon" diyen karşı tarafın
defalarca özürlerine mashar oluyorsunuz.!
Seyrettiğiniz tablo ise sürekli bira dolduran ve köpüklerini
silerek soğuk Arjantin bardaklarını
bir biri peşi sıra sunan biracı oluyor. Pasaj girişinin
sağında zemin katta tabelasında "Kim Kime Diz Dize
Biz bize Kime ne" türünden yazı yazan bir meyhane bulunuyor.
Dışarıda vitrinli buz dolabı, çeşitler, mezeler dolabın
üstü bile dolu. Orada da fıçılar var oturup sohbet ederek
yiyip içiyorsunuz.
Çiçek Pazarının yan tarafı şimdiki gibi Balık Pazarı. Bir
tarafı "Martino" diğer tarafı ayakkabı
mağazası "Dore"yi dönüp çiçekçilerle başlayan
çarşı, odun ekmeği çıkaran fırını, balıkçıları, canlı tavuk
ördek satan dükkanları, ciğercileri, midye tavacıları, manavları,
ile üstü açık pazar gibi devam ediyor.
Çarşının bir başka özelliği, hamile kadınların aşerenlerin
canlarının çekeceği her bir şey mevsimsiz de olsa bulunuyor,
kış günü fileye asılı kavun bile satılıyor olması.
Bu durum o yıllar için olağanüstü, zira erik, çala badem,
çilek çıkınca gazeteler birinci sayfalarında fotoğraflı
haberlerini yapıyorlar, turfanda denilen ilginç bir kavram
var. Yeni yıl yaklaşırken bir adam eline bir hindi alıyor
çarşı esnafı arasında dolaşıyor, tombala misali katılanlar
katılım parası ödüyor, kura numaralarını alıyorlar. Çekiliş
sonrası talihli hindiyi kazanıyor. Adam bir başka sefer
çekilişe bir şişe visky, istakoz, bir teneke zeytinyağı
koyuyor.
Çiçek pazarında yemek yiyenlerin masalarına başka tombalacılar
da geliyor, bunlarda bir kart üç taş karşılığı parayı aldıktan
sonra, numara yazılı kartları seçtirip, ellerindeki torbalardan
içinde bulunan numaralı taşlardan çektiriyor, karttaki numarayla
aynı taşı çekene yabancı sigara veriyorlar.
Galatasaray'ın bölümünde ve Balık Pazarına açılan ara sokaklarda
hiç de lüks olmayan, ayak üstü alkol müdavimlerini ağırlayan,
ucuz "tek tek" çi meyhanelere rastlanıyor.
Pazarın
içinden geçerek ulaşılan pasaj geçit Avrupa Pasajı veya
Aynalı Pasaj olarak da anılıyor. En çok kiliseye yakın kapı
tarafında yer alan, geçmişte bile nostaljik özelliği olan
bir dükkan ayrı ilgi çekiyor. Ayakkabı boyası, cila, pabuç
fırçası, leke çıkarıcı, gümüş parlatıcı, tahta askılar,
elbise fırçası satan bu dükkanın kokusu, para kasası, aldığınız
şeyi paket yapışı film gibi, sizi yıllar öncesine götüren
özellikler yansıtıyor.
Balık Pazarından çıkıyor geliyoruz İngiliz Konsolosluğunun
önüne."Levent Büfe" küçücük bir dükkan, salona
uygun masalar falan, sosisli yumurta söylüyorsunuz, küçük
küçük enine kesilmiş sosisler sahanda geliyor. Balık Pazarı
içindeki odun fırını çıtır ekmeği ile bir leziz yeniyor
ki sormayın gitsin. |
"Galatasaray'dan
Tünel'e Doğru"
bölümü için lütfen üçüncü sayfayı tıklayınız.
© 2004, Bu sayfadaki tüm yazılar ve fotoğraflar
Haluk Özözlü'ye aittir, izinsiz kullanılamaz.
|
|
|
|