Galatasaray'dan Tünele doğru
Galatasaray Postanesinin karşısında Galatasaray Lisesinin
görkemli ve süslü kapısı Beyoğlu'na açılıyor. Köşede adam
boyu bir tartı aleti, üstüne çıkıp para atınca, tartıp kilonuzu
içinden çıkan karton bilete yazıp veriyor.! Sömestre tatillerinde
15 gün boyunca Galatasaray Lisesinin ilk katında Seronofil
Derneği'nin kanarya sergisi geziliyor. Sergiye giriş ücreti
ödeyip girenler, kafesleri içinde sergilenen Alman ve yerli
kanaryaları görüyor, ötüşlerini dinliyor,
arzu edenler kuşlardan ve kafes malzemelerinden satın alabiliyorlar.
Galatasaray Lisesinin arka bahçesinde yaz aylarında konserler
de düzenleniyor. Mavi Işıklar grubu "Makaram sarı bağlar",
"Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu" gibi
aranjman şarkılarını söylüyor, "Ankara Rüzgarı"
ile şöhretini perçinleyen Yıldırım Gürses de konser veriyor.
Tünele doğru yürümeye başlıyoruz, daha ilk adımlarda sağınızda
"Hazzopulo Pasajı" yer alıyor.
Avluya
açılan eski püskü, tenha, terkedilmişlik içindeki kendi
halinde ki mağazalar, sanki İstanbul'da değil de başka bir
şehirdesiniz intibaı yaratıyor.
Güzel bir avlunun ortasında sokak lambası direği, düzgün
çakıllı zemin döşemesi, avluyu çevreleyen evlerin yer yer
sıvası dökülmüş tuğla duvarları, İtalya'yı, Fransa'yı anımsatır
bir hava yansıtıyor. Sağda "Madam Katia"nın şapka
mağazası var. Yılların bayan şapkacısı bayan Katia Türkçe'yi
kendi şivesiyle yarım yarım konuşuyor, şapkaların özelliklerini,
kumaşlarını, nerelerde giyilebileceğini, nelerle giyilirse
daha uygun olabileceği konusunda fikirleri ile yardımcı
oluyor. Kadın şıklığını şapka tamamlar da diyor. Beyoğlu'na
hanımların şapka takarak çıktığı yıllarda Fransa'dan getirttiği
şapkalarıyla ünlü. Özel kumaşlardan imal edilen geniş kenarlı
şapkaları isterseniz satın alabiliyor veya kiralayabiliyorsunuz.
Yanlış hatırlamıyorsam Katia'ya kumaşını getirenlere sipariş
üzeri şapka da yapılıyor. Şapka modası yayılsın diye defilelere
ücret almadan şapka veriyor, bende ara sıra model çekimleri
için şapkalardan alıyor, çekim sonrası iade ediyor, yahut
modeli götürüp o pasajda çekiyorum.
Beyoğlu Cadde üzeri bir başka ünlü mağaza "Lazaro Franko"
var.
Galatasaray
Meydanını hemen geçince sağ tarafta tavanı yüksek, iç içe
birkaç bölümden oluşan İlyadis
mağazasının raflarına dizili sağlam, dayanıklı, gerçek yün
iç çamaşırları, korse, uzun don satıyor, havlular, pijamalar
da oradan alınıyor.
Giyim üzerine bir ünlü mağaza olan Lion isim yapmış Beyoğlu'nun
önemli mağazaları.
Lion'dan daha ziyade kolej talebeleri gri pantolon, lacivert
renkli, önden dört veya altı parlak sarı, metal düğmeli
ceketleri alıyorlar. Elbise ve tuhafiye üzerine no 377 de
dört katlı mağazasında hizmet veren bir başkası ise Mayer.
Kadın kıyafetleri, moher örgüler, kadın şapkaları satan
Bakara Mağazası ile radyolarda reklamını çokca duyduğumuz
mağazalardan olup mutfak eşyaları satan Bak Bak istiklal
Caddesi'nin marka mağazalarından dı.
Narmanlı Han
Beyoğlu'nda caddeye boylu boyunca uzanmış önünde sütunları,
içinde geniş avlusu bulunan görkemli bir han daha var, ismi
Narmanlı Han. 1963-64 olabilir, günlerden bir gün bir film
çevriliyor, merak bu ya, set ekibinin çalışmasına toplanmış
bakıyoruz. Filmin ismi "Koplan İstanbul'da" konusu
polisiye, birileri kaçıyor, Koplan kovalıyor, bu kovalamaca
sırasında Narmanlı Han'ın avlusundan araçla hızla çıkan
Koplan, Beyoğlu'na dönüyor, Gümüssuyu Caddesi'nde Hotel
Opera önünden geçerek Dolmabahçe Parkı merdivenlerinden
otomobiliyle iniyor, Kabataş araba vapur iskelesine geliyor.
Burada günler öncesinden tahta bir hızlanma rampası yapılmış,
hurda arabalar hazırlanmıştı. Ya Hüseyin Haki, ya Orhan
Erdener isimli araba vapuru film icabı kovalamaca da ki
kaçan otomobil bindikten sonra kapak kaldırıp denize doğru
10 -15 metre açılıyor. Tam bu sırada iskeleye gelen Koplan
(Bu sahnede dublör kullanılmıştı) bu rampaya hızla çıkıyor
ve denize açılmış vapura, kapak üstüne havadan önceden dizilmiş
hurda araçların üzerine atlayarak kaçan suçluyu yakalıyordu.
Çekimini gördüğüm bu filmi Beyoğlu sinemalarından birinde
seyretmiştim.
Markiz Pastanesi ve Japon Mağazası
Tünele
doğru biraz daha yaklaşırken, kürkçü dükkanlarını, Rus konsolosluğunu
geçince karşı tarafında yıllara damgasını vuran 1940'larda
Avadis Orhanyan Çakır tarafından Markiz adıyla işletilmeye
başlayıp 70'li yıllarda kapanarak ve 2003 yılı sonuna dek,
kapalı kaldıktan sonra yeniden açılan "Markiz Pastanesi"
bulunuyor.
Markiz'in içinin ise benim çocukluğumda ap ayrı bir yeri
var.
1950'li yılların ilk yarısı, anneannem, annem, ben Taksim'den
tramvaya biniyor. Markiz'e yakın durakta muhtemelen Galatasaray
da iniyoruz. Bayanların başları şapkalı, beller ince kum
saati misali, mermi gibi sivri uçlu sutyenler, arkasında
topuktan etek hizasına kadar görebildiğim bölümlerinde tek
çizgi çoraplar giyiyorlar, kollarında çanta. Öyle elinde
poşet, file taşıyan yok, ayıp da sayılırdı. 1954-56 yılları
olmalı ben küçüğüm bu yüzden bana bilet alınmıyor diye somurtuyorum.
İnince de ismini tam olarak bilemediğim belki "Fertek",
belki "Olimpos", belki de "Can" gazozlarının
yerdeki kapaklarını ayağımın ucuyla çukur olan tramvay rayı
içine dürtüyorum. Annem kolumdan çekiyor, yürü evladım diye.
Benim
amacım başka, bilet alınmadı ya, tramvayı gazoz kapağının
üstünden geçerken raydan çıkaracağım belki de, çocukluk
işte!. Markiz'e geliyoruz dev fayans panonun karşısına illaki
oraya bilmem kaçıncı kez oturuyorum. Benim ne yiyeceğim
zaten evden çıkmadan belli "Adisababa", bunun
için geliyoruz Markiz'e. Soğuk buzlu pastayı dev panoya
baka baka afiyetle yiyor, üzerine de bir bardak soğuk suyu
içiyor, bu defa yürüyerek Taksim'e dönüyoruz. "Bon
Marche" mağazasından üzerime bir şeyler bakılıyor veya
alınıyorsa da buna pek sevinmiyorum. Benim aklım, fikrim
düşlerim "Japon Mağazası"nda.
Burası rüya gibi bir oyuncak mağazası, çocukların akıllarını
baştan alacak türden.
Geriye doğru sürtüp zembereği kurunca, namlusundan kıvılcımlar
çıkartarak giden, lastik paletli teneke tanklar, kurşun
askerler, mantar tabancaları, tetiği çekince ucu lastik
vantuzlu duvara yapışan çubuk atan tüfekler, gümüşi renkli,
uzun namlu, kapsüllü kovboy tabancaları, tahta kamyonlar,
arkasından kurgulu ayılar, zembereği boşalana dek pervaneleri
dönen teneke uçaklar, logo gibi tahta mimar oyuncakları,
yelkenliler, kızlara cicili bicili elbiseli taş bebekler.
En az yarım saat vitrin camına elimizi, burnumuzu dayayıp
bakıyoruz, ayrılmak istemezcesine!
Bazı oyuncaklar alınıyor, ama yine de vitrinden kolumuz
çekilerek zar zor, boynumuz koparcasına geriye bakmaya devam
ederek ayrılıyoruz Japon Mağazasından. Yeni yılda bir de
süslüyorlar mı size? Vitrine Noel Baba filan da koyuyorlar,
çam ağaçları, kokinalar, dallara kar yağmış gibi beyaz pamuklar,
pamuklarla cama yazılan yeni yıl tarihleri, işte o zaman
sergilenen o renkli çizgili toplar, sallayıp içinden bakılınca
cam prizmada renklenip çoğalarak değişen geometrik şekiller
gösteren tek gözlü dürbünler, trampetler, borazanlar, mızıkalar,
renk renk cam bilyeler daha da göz alıcı oluyor, içinizde
ki çocuk ise hiç büyümüyor…
Yılların derinliklerinden çıkıp biz yine gelelim 60'ların
Beyoğlu'suna.
Tünel'den Yüksek Kaldırım'a
Tünel'deyiz, sol tarafta bugünkü Four Season Restoranın
(Dört Mevsim) yerinde büyük bir fotoğrafçı olan "Foto
Süreyya" var. Vitrininde porteler, eski zamanın modası
perma saçlı kahverengi beyaz büyük boy fotoğraflar duruyor.
İçeri giriyor vesikalık çektirmek istediğinizi söylüyorsunuz,
sizi üst kata buyur ediyorlar, bir tabureye oturtuyorlar,
arkanızda siyah düz perde fon, karşınızda ahşap üç bacaklı
bir sehpanın üzerinde haşmetli
olduğu kadar eski "Linhof marka fotoğraf makinesi.
Bakmanız gereken nokta gösteriliyor, hiç kımıldamanız isteniyor,
çenenizden üç parmakla tutulup başınız hafifçe yana bakar
şekilde yönlendiriliyor, o vaziyette put gibi duruyor, göz
kırpmıyor, nefes bile almıyorsunuz. Film makinenin içine
konuluyor 1,2,3 sayılarak vesikalık çekilip film kutusu
makine içinden çıkartılarak, karanlık odaya banyo için sokuluyor.(Adeta
röntgen çektirir gibi) baskı sırasında rötuş filan da yapıyorlar,
fotoğraflar bu şekilde artistik fotoğraflara kavuşuyorsunuz.
Foto Süreyya'dan biraz aşağıda Beyoğlu
Evlendirme Dairesi ve nikah şekeri dükkanları var. Önü her
daim kalabalık, telaşlı. Şimdi geldik Yüksek Kaldırım'ın
başına sağ taraf Tünel girişine gidiyor.
Yokuşun sol başında "Lale Plak Evi" yer alıyor.
İçerde iki kız kardeş çalışıyor, abla olanı yeşil gözlü,
beyaz tenli, güler yüzlü. 66-67 yılları, bir 45 lik plak
12 lira elli kuruş, sonraları 14 Lira oldu, plağın göbeğine
bir de vergi niyetine tayyare pulu yapıştırılıyor.
Şarkının ismini Engin Arman'ın radyo programından öğrendiğimiz
ve İngiltere'de liste başı olmuş, Odeon baskı The Beatles'in
"Paperback Writer" plağını satın alıyor, bu arada
diğer yeni çıkanlara da göz göz dizili raflardan indirtip,
hit parçanın bunduğu ön yüzün arkasında ne var diye bakılıyor.
Tezgahta ki genç kız "Bakın,Tülay German'dan "Burçak
Tarlası" adlı plak yeni geldi" diye tavsiyede
bulunuyor, birazcık ta plağı başından tadımlık çalıp kaldırıyor.
|
|
|
|
Şefket Vuraldı Baba
Yüksek Kaldırımdan henüz inmeye başlıyorsunuz Galata Mevlevihane'sinin
tam karşısında bir berber var İsmi Şefket Vuraldı Baba.
Fakat öyle bildiğimiz berberlerden değil! Kuaför Willi ile
birlikte Türkiye'ye kuaförlüğü ilk getiren iki kişiden biri.
Tavanı yüksek dükkanına girince solda iki tane bordo kırmızı
vinleks kaplı eski dişçi koltukları gibi berber koltuğu
var. Duvarda aynalar üzerinde dergilerden kesilmiş bir sürü
büyüklü küçüklü tıraş modeli resmi. Şefket Vuraldı Baba
zaten model berberi, elinize bir resim alıp gidiyorsunuz,
ya da oradakilerden birini beğenip, örnek gösteriyorsunuz,
saçınız o model kesiliyor.
Beatles grubunun ünlü gitarcısı, beyni, John Lennon uzun
tuttuğu saçlarını kısacık kestirmiş, uzun saç modası bir
ölçüde geçmişti. Bunun üzerine ben de kaptım Lennon resmini
götürdüm Şefket Vuraldı Babaya, resmi uzatıp "Beni
böyle yap" dedim, koltuğa oturdum.
Resmi karşısına koydu, pudra kokulu önlüğü boynumun arkasında
ensemde sıkıca iğneledi. Başladı kesmeye. Şefket Vuraldı
Baba ilginç şiirler okur, konuşurken vecizeler sarf eder,
felsefi sözler söylerdi. Saçı, sakalı beline kadar uzundu,
saçını bazen topuz yapar, firkete takardı! Çok yaşlıydı,
İlginç bir porteydi, ben o yıllarda da fotoğrafa meraklıydım,
makinemi götürüp çekmiştim fotoğraflarını.
Müşterilerine kendi yaptığı votkadan ikram ederdi! Votka
dediysem bildiğimiz votkayı alıyor, içine soyulmuş limon
kabuklarını koyup bir süre 15-20 gün bekletiyor, sonra bu
limon aromalı Rus votkası gibi aperatifi size küçük kadehlerde
ikram ediyor.
Siz içkinizi içerken saçınız kesiliyor, üstüne üstlük bir
de şiirler okuyor. Gazeteci değilim, bi şey değilim ben
de bunları küçük kağıtlara not alıyorum. İşte size 30 yıl
sonra bulduğum notların bir tanesinden birkaç satır.
Bana
benden beni bana sorma ha gafil
neden yüzüm solmuş, saça sakala dolmuş,
Sana nasıl görünüyorsam, beni nasıl görüyorsan
ben öyleyim ha gafil
Ben papağanım saçarım
Beni arayanlara şaşarım
Met edenlerden kaçarım.
Ben ana rahmindeyken çatıdan soyulmuştur derim
Ne
öperim ne öptürürüm kemikle deri
Tuttuğum yoldan Dünyada dönmem geri
Alem-i Kainat olsun veli
Bana desinler deli.
Yeter ki siz olun veli...
Şevket Baba'nın saç kesme tekniği de bambaşka. Bir tutam
saç alıyor, geriye doğru gererek çekerken ucundan köküne
doğru ince uzun makası dibe kaydıra kaydıra kesiyor. Bu
tıraş sonunda hiçbir şekilde makas izi kalmıyor, kimse saçınızın
kesildiğini fark edemiyor. Ben öğreneceğim ya, nasıl dikkatli
bakıyorum parmak hareketlerine, stiline anlatamam yani,
onun gibi kesen yok çünkü. Konuşmasının arasında iki laf
daha patlatıyor mesela diyor ki" Biliyorum yoktur,
öğrenmek vardır, ne kadar öğrenirsen o kadar cahil olduğunu
anlarsın. Harabeye hor bakmayın o harabede ne defineler
yatar"…!!!
Berberden çıkıyor birkaç adımda "Horozlu Konfeksiyon"a
geliyorsunuz. Burası kiralık smokin, frak, redingot gibi
kostümler kiralıyor. Üzerinize göre olmazsa oracıkta teyelleyip
idareden uyduruyorlar. Film çekimlerinde kullanılmak üzere
sahne kostümleri de bulunuyor.
Şapkacı Pepo
Daha
aşağılara doğru iniyoruz bu defa solda el işi erkek şapkaları
yapan, satan ve restore eden şapkacı "Pepo" var.
Yaşlı bir adam, sırtı kapıya dönük çalışıyor, muhtemelen
aileden bir hanım kendisine yardım ediyor, her yer karma
karışık, her yerde bırakılmış eski bir şapka veya şapka
malzemesi dolu, emsali kalmamış loş ama hoş bir dükkan.
Fötr şapkanızı götürüyorsunuz, kalıba sokuyor, üstünü ıslatıyor,
bir de buhar çıkaran ayak pedalı var mı ne? Tam bilemiyorum,
ıslak şapka ısıtılıyor, sonra öylece kalıpta ağır
hareketlerle, şapkanın etrafını avuçlarının içiyle şöyle
şöyle bi şeyler yapıyor, işi bitince soğumaya, kurumaya
bırakılıyor, ne bileyim işte ilginizi çekiyor, kapının ağzında
da olsanız içeriye bakıyor, ayak üstü seyrediyorsunuz, yapılanları.
JORJ
D. PAPAJORJİU
Yokuştan biraz daha inince sağ tarafta İstanbul'un
en büyük ithal müzik aletleri bulunan mağazası "PapaJorjiu"
var, müzik aletleri, piyanolar, günün sevilen tangoların,
melodilerinin notalarını satıyor.
Framus bas gitar, Hoffner marka solo gitarlar, Premier davul
takımları, İspanyol gitar ve takım gitar tellleri, ünlü
bestecilerin klasik müzik bestelerinin hiç bir yerde olmayan
piyano notaları da satılıyor.
Bir de vitrine çeşitli çaplarda el yapımı Dünyaca ünlü Zilciyan
marka zilleri küçükten büyüğe, yukardan aşağı doğru çam
ağacı gibi diziyor.
Yokuşun
altında bir müzik mağazası daha var çeşitli markalarda kullanılmış
gitarlar, Fender marka gitarlar, davul takımları, Ravi Shankar'ın
kullandığı Hint sazı "sitar" bile bulunuyor.
Yokuşun dönemecinde Zührap Büyük'e ait Arak Müzik evi'nden
arayanlar güncel melodilerin notalarını alıyorlar. Yokuştan
biraz daha inerseniz Karaköy'e biraz daha yaklaşıyor ve
burada bir çok delikanlının ilk kez cinsel deneyimlerini
gerçekleştirdiği ve hala günümüzde de faal olan Alageyik
Sokağı içinde İstanbul'un genel evi yer alıyor…
70'li yılların sonuna doğru
Taksim'den çıkıp Beyoğlu Caddesinin her iki yanına bakarak
Yüksek Kaldırım yokuşuna kadar geldik, "Beyoğlu tamam
mı, hepsi bu kadar mı " derseniz değil tabi. Tünel'den,
Galata kulesi ve Kuledibi'nden, Pera Palas Otelinden, bahsetmedim.
Her binanın ayrı anısı çeşitli nedenlerle dolaştığım yerlerde
gördüklerimden bahsedemedim.
Mesela Fransız Sarayında rahmetli Nejat Eczacıbaşı'na şövalye
ünvanı veriliş töreni, tavanları resimlerle, duvarları
tablolarla süslü, saray gibi görkemli bir bina olan Rus
Konsolosluğunda katıldığım bir kokteyli, konsolosluğun karşısındaki
hanlardan birinde bulunan stüdyoda şarkıcı Hayko'nun plak
kaydında bulunduğumu detayları ile yazmadım. Bunlar gibi
sayısız yer var, hangi birini anlatsam bir şeyler hep eksik
kalıyor.
Mesela, Tepebaşı gazinosu ünlüydü son yıllarında Neçmettin
Erbakan bu salonda topladığı kalabalığa konuşurdu, İngiliz
müzisyen Cat Stevans (Yusuf İslam) burada bir basın toplantısı
yapmış neden Müslümanlığı seçtiğini anlatmıştı.
Bir de rock gitarist Asım Can Gündüz ABD den döndükten sonra
ilk konserlerinden birini burada vermişti. Beyoğlu'na açılan
ara sokaklardan anlatmak gerekirse, Beyoğlu'nun bir parçası
olup
ona paralel uzanan Sıraselviler caddesi de en az Beyoğlu
kadar renkli kesitler bulunan bir yerdi. Özellikle Atatürk
Erkek Lisesi ile okulun arka sokağında bulunan Esayan Ermeni
Kız Lisesi, Cumartesi günleri yarım gün olan tedrisat sonrası
öğlen aynı dakikada, aynı sokağa boşaltırdı öğrencilerini.
Bu iki okulun öğrencileri ile bir anda kaynaşıp, kalabalıklaşan
cadde görülmeye değerdi.
Öğrencilerin bir kısmı Taksim'e Avrupai bir görüntü kazandıran
ve o zamanlar iki kapısı da açık olup Beyoğlu tarafından
girilip, kilise bahçesinden geçerek Sıraselviler Büyük Maksim
karşısına kestirmeden gelinirdi.
Vakıf dükkanlarından biri kocaman bir berberdi, dükkanda
dört bir tarafta, dört bir tarafta sekiz kişi durmaksızın
çalışır, hoş sohbetler yapılır, önünde devamlı traş havlusu
kurutulurdu.
Büyük Maksim Gazinosu ünlü bir müzikhol olarak fasılla başlayıp,
uvertür sanatçılar, oryantal dansözler, as solistli programları
ile kendinden sıkça bahsettirir, İstanbul'un önemli ailelerini,
iş adamlarını en ön masalarda ağırlardı.
Maksim, Çarşamba günleri tekrarlanan "Kadınlar Matinesi"
ile ayrıca konuşulurdu.
Sıraselviler Caddesi girişinde bulunan gece klüpleri, tiyatro
iyi iş yapardı. Günay'da Huysuz Virjin sahne alır, şov sırasında
ayağından çıkardığı kırmızı dantelli külotunu açık artırmayla
satardı. Birkaç adım ilerde zemin katta "Gel Kulüp"
vardı gecenin ilerleyen saatlerinde 24.00 den çok sonra
buraya gelinir kuru fasulye yenir, şöminede sucuk pişirilir,
gece yaşantısına, kulüp havası içinde alkole devam edilirdi.
70'li yıllarda randevu evleri hızla çoğalmaya başlamış Taksim
Fransız Konsolosluğu arkası, Elmadağ, Sıraselviler Caddesi,
İlk Yardım Hastanesi çevresindeki bir çok binada gece olup
el ayak çekildikten sonra part time çalışan genç kadınların
boy gösterdiği yerler olarak gençliğin uğrak yerleri olmuştu!
Tarlabaşı Yıkımları ve Trafik
Şimdi
de Beyoğlu'nun çehresinde önemli bir değişiklik olan trafik
yönü ve Tarlabaşı'nda yapılanlardan söz edeceğim.
Galatasaray küçük bir meydan, hala da öyle. Köşede büyük
bir zevkle mektuplarımızı gönderdiğimiz, geçmiş yıllarda
faal olan tarihi Galatasaray Postanesi, bitişiğinde gazete
mecmua satan bir gazete büfesi, yanı başı yolu önceleri
tramvaylar, seferden kaldırıldıktan sonra otobüslerin, otomobillerin
Beyoğlu'na döndüğü bir yol olarak kullanılıyordu. Ağır yürüyen
bu trafikte gelene geçene, vitrinlere bakarak dur, kalk
otomobil kullanmak çok keyifliydi.
Dükkan sahipleri yadırgadı ama yol bir süre sonra araç trafiğine
tamamen kapatıldı. Hareketlilik azaldı, satışlar düştü,
zevki kaçtı. 76- 80 yıllarında bir sürü proje üretilmişti.
Beyoğlu-Tepebaşı üzerine. Üniversite tarafından hazırlanarak
zamanın belediye başkanı Bedrettin Dalan'a Fındıklı'da bulunan
akademi salonlarında
verilen bir brifinge, görev yaptığım gazete adına, haber
amacıyla ben de katılmıştım.
Beyoğlu'nun Restorasyon Projesini anlatan profesör Galatasaray
meydanının ayrı bir havası olduğunu, burada bulunan Galatasaray
Lisesinin kapısını 50 metre bahçeye doğru geri çekilmesi
halinde yeni bir meydan kazanılabileceğini önerdi.
Gerçekten de Galatasaray Meydanı az da olsa Londra'nın Piccadily
Meydanını anımsatır benzerlikleri bulunurdu. Aynı profesör
konuşmasının bir başka bölümünde Tepebaşı'ndan bahsederek
Beyoğlu'nun bir eğlence kompleksi haline dönüşebilmesi için
bu caddeye açılan ara sokakların temizlenmesi, bu binalardan
bizde çok olduğunu, yıkımıyla fazla bir şey kaybedilmeyeceğini,
aksine yolun dar olduğunu vurguladı.
Yol dar olmasına dardı. Beyoğlu'na paralel giden araçlar
İngiliz Konsolosluğu arkasına gelince 90 derecelik sert
bir virajı dönerken köşe başında trafik için konmuş olan
sokak aynasına bile bakarlardı.
Dalan
beklemedi, çok geçmeden zabıta ve güvenlik güçleri, iş makineleri
ile girdi Tarlabaşı'na. Binalar dozerlerle, bir bir yıkıldı,
kepçeler molozları kamyonlara doldurdu, ortaya bir sürü
yarısı istimlak'a giden bina, poster yapıştırılmış odalar,
merdivenler çıktı.
Yıkım çalışmalarını Fotoğraf sanatçısı Ara Güler de adım
adım takip etti, ben de.
Rahmetli Çelik Gülersoy kıyameti kopardı "Tarihi merkezler
metro ile geçilir, bunları yıkmak yerine restore edip koruyalım,
turizme kazandıralım" diye yırtındı durdu.
Ben o zaman gazetede ki çalışmamım dışında "Puan"
isimli aylık bir dergiye de dışardan iş yapıyordum. Dergiye
bir kapak resmi lazımdı konuyla ilgili. Koydum İstanbul
kent haritasını karşıma, geyik boynuzlu kabzasıyla sapladım
av bıçağını Beyoğlu bölgesine, döktüm etrafına kırmızı ojeyi
"Kentin kanayan yarası, veya Beyoğlu kan ağlıyor"
konulu kapak resmi hazırdı.
Çok beğenildi, dergi piyasaya çıktı ama yol da açıldı. Trafik
vızır vızır.
Binaların yan cepheleri ana cephe oldu. Dalan'ın tahmini
tuttu, geçiş çok kolaylaştı.
Tepebaşı yeni bir İstiklal Caddesi olacak sözü doğrulandı.
Beyoğlu'na
ne zaman çıksam duygu seline kapılırım! Bu yazıda Beyoğlu'nu,
yaşadıklarımı, izlenimlerimi, hissettiklerimi kendi gözlemlerimle
anlatmaya çalıştım. Beyoğlu'nun benden önce de yıllar boyu,
defalarca fotoğrafları çekildi, yazıldı, anlatıldı, geçirdiği
yangınlardan, tarihinden, özellikleri hakkında kitaplar
dolusu dokümanlar ortaya kondu, şüphesiz bundan sonra da
konmaya devam edecektir. Belki 50 yıl sonra hazırlanacak
2000'li yılları anlatan bir yazıda daha şimdiden şu satırları
okur gibi oluyorum.
"2003 yılı sonuydu o gün Beyoğlu
Galatasaray da müthiş bir patlama olmuş, İngiltere konsolosluğu
girişi havaya uçurulmuş, Baş Konsolos ölmüştü…
Beyoğlu'nda ki bazı lokantaların vitrin camları arkasında
köy kadınları yer sinilerinde hamur açar, gözleme yaparlardı...
Galatasaray Meydanı köşesine "Ayvalık Tostçusu"
açılmıştı…
Meydanın köşesinde korsan eylem ve yürüyüşlere karşı polis
ekipleri beklerdi.
Yol araç trafiğine kapalı olmasına rağmen kaldırımlar üzerinde
park eden araçlara sıkça rastlanabilirdi.
Sinema salonları dolmadığı için bölünerek daha küçük kitlelere
hitap edecek şekilde tasarlanmıştı.
Çiçek pasajının çevresi "Nevizade Sokakları" ile
dolmuştu….
Yıllarca kapalı kalan Markiz pastanesi yeniden açılmış,
çocukluğunda gelenler bu defa torunları ile gelir olmuşlardı….
Genç kızlar, göbeklerini dışarıda bırakan buluz ve t-şörtlarinin
altına, kasıklarına inen hatlarını gösteren düşük belli,
vücudu çorap gibi saran pantolonlar giyerlerdi… |
|
|