Kaybolan
Sokak Satıcıları... |
Yazı
ve Fotoğraflar : Haluk Özözlü
|
Neredeee
o eski sokak satıcıları...
Zerzavatçısı,
yorgancısı, hallacı, macuncusu, yoğurtçusu ve kalaycısı
ile seslenip dillenen sokaklarımız, o eski sakinleriyle
"maziye gömülen" pek çok değer gibi nostaljik yazıların
konusu oluverdi...
Ne çabuk ta kayboldular, yok olup gittiler... Hızla
büyüyen sanayileşen şehirlere, teknolojiye ayak
uyduramadılar.
Yenileri
de hoparlörleri ve cingıllarıyla tuhaf bir şekilde
karşımıza çıktılar! Neler geçmezdi ki, eski İstanbul'un,
İzmir'in, Ankara'nın sokaklarından. O yıllarda üç
tekerlekli çekçek arabaları yoktu, Her şey sırtta
taşınırdı. Sloganlar ise çok farklıydı.
"Bohçacı geldiii hanımmmm!"
Çarşaf, dantel, masa örtüsü, pikeleri gezdirirler;
her kapıda bohçayı bir çırpıda açar, hanımlara ısrarla
gösterirler. Seyyar tabakçılar gibi taksitler de
satarlardı. Şans-kader-kısmet avazları ile niyetçi
geçerdi... Zinciri beline bağlı, elinde tefiyle
ayıcı vardı.
Genellikle ay sonları maaşların bitmesini bekleyen
eskiciler, "Eskiiiiler alırım" nidalarıyla dolaşır,
kullanılmış elbise veya eşyaları ucuza kapatmaya
çalışırlardı. Elbiselerini naylon eşya ile değişenler,
şişelere mandal verenler de vardı.
Kundura tamircisi de seyyardı; Ayakkabıların burun
ve topuklarına demir çakar sonra da bir güzel boyarlardı.
Mutfaklarda kullanılan ve delinen gaz ocaklarını
tamir için lehimciler geçerdi. Çocukların bayıldığı
pamuk helvacıları, süpürgeci, ne dediği pek anlaşılmayan
sütçü, galetacı, halkacıyı, rengarenk kıvrılmış
kağıtlarla rüzgar fırıldaklarını sepete koyan fırıldakçı
takip ederdi.
At
veya merkeplerin yanına dolaplar bağlayıp, içine
de su damacanaları koyup satan sakalar dolaşırdı.
Hava kararıp gece olunca kışın bozacı geçerdi. Bir
de bizlere güvende olduğumuz hissini uyandıran mahalle
bekçileri vardı. Onlar bir şey satmaz sadece düdük
çalarlardı. Bekçiler şimdi de var ama sadece karakol
nöbeti tutuyorlar, sokaklarımızdan geçmiyorlar.
Askılı yoğurtçusu zerzevatçısı, kalaycısı, hallacı,
macuncusuyla zaman tünelinde yolculuğumuza devam
ediyoruz.
Yoğurtçu
Yedi tepeli İstanbul'un parke taşlı Arnavut kaldırımı
sokaklarında dolaşır, ellerindeki çanı sallayarak
geldiklerini belli ederlerdi; Bağırıp etrafı rahatsız
etmezlerdi. Hoparlörleri hiç olmadı! Ahşap evlerin
kafesli pencerelerinden, sokağı daha iyi görebilmek
için ileri uzanmış cumbalardan uzatılan sepetlere
veya çocuklarla gönderilen tabaklara yoğurt koyarlardı.
Yoğurtçular,
yoğurtları Silivri'den tepsiler içinde alırlar ağaç
askının iki kefesine ikişer adet üst üste dizerlerdi.
Yoğurt satışında tabak önce el terazisinin kefesine
yerleştirilip diğer kefeye beyaz mermer veya düzgün
taşlarla darası alınıp boş tabak dengelenir sonra
istenilen gram konurdu. Sipariş eğer kaymaksız isteniyorsa
teneke el küreğinin ucuyla kaymak tepsiden sıyrılır,
bir silkeleyişte küçük çekmeceye aktarılır sonra
da külçe halindeki yoğurt bıçakla kesercesine tabağa
kalıp gibi yatırılarak tartılırdı. O zamanlar ne
15-20 katlı gökdelenler ne de paketlenmiş vakumlu
yoğurtlar ne de meyveli yoğurt çeşitleri icat edilmemişti.
Zerzevatçı
Manav dükkanları bu kadar yaygı değilken sebze ve
meyveler semt pazarlarından ya da sokak sokak dolaşan
zerzevatçılardan alınırdı. Zerzevatçılar, at ya
da merkeplerin iki yanına sabahleyin kalın iplerle
küfelerini bağlarlar tüm sebzelerini yerleştirirlerdi,
turfandacılık bugünkü kadar gelişmediği için çok
çeşit olmaz ancak mevsimlikler bulurdu. Her sebzenin
küfedeki yeri ayrı olur, ortadaki eğerin veya semerin
üstüne de dereotu ve maydanoz demetleri konurdu.
Satıcılar,
"zerzevatçı... Lahana, pırasa, ıspanak" diye bağırırlar,
siparişler el terazisiyle tartılırdı. Dolu küfelerin
yükü altında ara sıra ayak değiştiren hayvana da
sık sık "çüşşş, bırsst" gibi durma komutları verirlerdi.
Mahallenin çocukları rahat vermezdi hayvanlara.
Zerzevatçının yanına tepsiyle gelen kısa boylu hanımlar
küfe içindeki sebzeleri görebilmek seçebilmek için
küfeyi aşağı doğru çekiştirirken hayvanın dengesini
zorladıkları için zerzevatçıdan laf işitirlerdi.
Tüm sebzeler satılınca hayvanın sırtına binen satıcı,
kabasına iki kamçı şaklatıp adımlarını sıklaştırarak
keyifle eve dönerdi.
Macuncu
Genellikle okul kapılarında, okul çıkışlarında sık
sık görünürlerdi. Ahşaptan yapılma üç bacaklı sehpalarını
omuzlarından indirir, üzerine sekiz gözlü teneke
macun tepsisi, kenarına da konik külah kapağı asılırdı.
O zamanlar kağıtlı şeker çeşitleri ve karamela,
akide, nane şekeri vardı da şık ambalajlı bonibonlar
ve şekerlandlar yoktu.
Çok
gözlü tepsiden reçine kıvamında çektikçe uzayan
rengarenk macunları tornavida ucuyla alan macuncu
önceden kesip hazırladığı küçük kalem gibi tahta
sapların etrafında ani dar çaplı turlarla sarıp
verirdi. Macun dolu gözlerin tam ortasından kesilmiş
yarım bir limon dururdu. Çubuğa sarılı macunu limona
da sürerse, tatlı macun mayhoş, ekşili ekşili pek
bir güzel olurdu. Okul önlerinde macuncular yalnız
değildi. Turşucular bardaklara pancar renkli acılı
turşu suyu doldururlar, şam tatlıcıları tepsiden
şam tatlı dilimlerini spatulayla ayırıp bilet kadar
küçük kağıtla tutup verirlerdi.
Hallaç
İstanbul'da kalan hallaçların sayısı bugün için
yirmiyi geçmese de baba mesleğini sürdüren 25 yıllık
hallaç Mehmet Aydemir, "Yün, pamuk gibisi var mı?,
en sıhhatlisi" diye konuşuyor. Bir şiltenin hamurunu
atmak için kullanılan araç gereç ise yay ve tokmak.
Yay, kestane ve çam gibi ağaçlardan yapılıp içi
boş ya da dolu oluyor, yaya gerilen "kiriş" ise
hayvan bağırsağından yapılıyor. Bu kirişi, atılacak
pamuk arasına sokup tokmakla titretmek ise hüner
işi, meleke istiyordu. Hızlı vursanız kiriş kopar
yavaşı denerseniz pamuğu açmazdı. Her iki kolu da
yorar bu iş.
Pamuk
atımının yazın açık havada yapılmasının nedeni ise,
pamuğun hem kabarması hem de hallacın tozlardan
az etkilenmesiydi. Yine de pamuk atımından sonra
yüzüne ve saçına yapışan pamuklarla hallaç, noel
babaya dönerdi. İş bitince pamuk şilte kılıfı içine
özenle doldurulur ağzı da dikilirdi. Kılıf içinde
pamuk bir yerde toplanıp gezmesin diye, dört veya
altı adet fitil kondu mu puf böreği gibi kabarmış
yünü kuş tüyü gibi yumuşacık şilte yatmaya hazır
hale gelirdi. Konuyla ilgili bir de söz vardı. O
yılların maç spikerleri ceza sahası içinde 3-4 futbolcuyu
çalımlarla geçip topu kaleye şutlayan forvet oyuncusu
için "Defansı hallaç pamuğu gibi attı" benzetmesini
yaparlardı. Sentetik şilte ve su yatakları çıktığından
bu yana, yaz aylarında sırtında yayı, elinde tokmağı
dolaşan hallaçlara artık rastlanmıyor. Yine de ihtiyaç
sahipleri yorgancı dükkanlarına başvurup istek üzerine
evlere hallaç çağırabiliyorlar.
Kalaycı
Genellikle iki kişi birlikte çalışır; biri kalaylanacak
kapları getirir-götürür, usta da mahallenin boş
arsasına küçük bir çukur açarak körük yardımıyla
yaktığı ateşte kalaylanacak tencere ve kapları nişadırlar
ve maşayla tutup döndüre döndüre kalaylayarak pırıl
pırıl teslim ederlerdi. Kullanılan kapların kalayları
bir iki ay ancak dayanır, alttan bakırlar görünmeye
başlayınca işlem yenilenirdi. Bakır tencerelerde
ağır ateşte pişirilen yemekler özellikle pilavlar
lezzetli, pirinçler tane tane olurdu. Önceleri toprak
kaplar sonraları bakır sahan tencere ve kazanlar
yerlerini alüminyum, emaye, cam ve çeliğe bırakınca
sonunda bakır tencere sahanlar ve iki kulakla kaplar
dekor olarak kullanılır oldular. Kalaycılar ise
çok az kalan eski ve köklü semtlerde kirası düşük
küçücük dükkanlarına çekildiler...
|
|