1 Mayıs 1977:
Endişeli, tedirgin bekleyiş günler öncesinden başlamış, tırmanarak
1.Mayıs sabahına gelmişti. Konuşulan ve beklenen, miting günü
bir şeylerin olacağı yönündeydi. Öğlen saatlerinde Hürriyet gazetesi
istihbarat servisi şefi Mehmet Türker’in odasında toplantı olduğu
söylendi. Servis tam kadro odaya taşarcasına toplandık, verilecek
görevleri öğrenmek üzere huzursuz bekliyorduk.
Şef, günlük gazete sayfalarını astığı mantar pano üzerine, bu
defa bir Taksim krokisi asmış, muhabir ve foto muhabirlerine,
kim kiminle nerede bulunacağını, nereden sorumlu olacağını, çekilmiş
filmleri kimin dolaşıp toplayacağını anlatıp görev taksimi yapmış
ve sorusu olan var mı diye sormuştu. Herkese görev verilmişti,
kimi AKM nin önünde bekleyecek, kimi kürsünün yanında duracak,
kimi bir başka bölümü kontrol altında tutacaktı. Bana sorumlu
olacağım bir mıntıkadan görev verilmemişti. Ben de, “Bana dedim
görev vermediniz, ben nerede çalışayım” diye sormuştum. Şef “Serbestsin
sen, nerede istersen orada dur” demişti.
Daha dokuz aylık foto muhabiriydim
Gazeteye giriş tarihim 09.Ağustos.1976 yani dokuz aylık, hiçbir
gazetecilik tecrübesi olmayan stajyer foto muhabiri olarak çalışıyorum,
kadrom bile yoktu. Sebebi ise aynı dönemde zamanın İntercontinental
Otelinde (Şimdiki ismiyle The Marmara) muhasebe bölümünde kadrolu
elemanım. İki işyerinden birden sigorta
olamıyor insan.
Gündüz 17.00’ye kadar gazetede, 18.00’den sonra otelde Merhaba
Bar’da kasiyer olarak görev yapıyorum, ta ki 02’ye dek. Sabah
09.00 yine gazete…
Gazete aracı muhabirlerle beraber beni de Taksim’e görev yerlerine
bıraktığı zaman ne çekebilirim diye dolaşıp duruyordum. Derken
diğer gazetelerden bir grup gazeteci yüksek bir yerden fotoğraf
çekmek için otele müracaat etmiş, otelin halkla ilişkiler müdiresi
Ayla Egeran hem Taksim Meydanı'nı, hem de yarım açı Gümüşsuyu’dan
AKM’ye gelen yolu gören çift cepheli köşe bir odayı gazetecilere
fotoğraf çekimi için tahsis etmişti. Oda bir anda sigara dumanı
ile kaplı, bir tür basın merkezi oluvermişti. Kimler yoktu ki,
tüm gazetelerin tecrübeli muhabirleri sırtlarında çantalar, omuzlarında
çifter çifter makineleri ile pencerelerden fotoğraflar çekiyor,
sohbetler yapıyorlardı. Grubun içinde Kadir İnanır bile vardı.
Merak edip soranlara Kadir İnanır “Ben de gazetecilik mezunuyum”
diyordu. Muhabirlerde “egosunu tatmin etmeye gelmiş” diye aralarında
dedikodu yapıyorlardı.
Kısa süre sonra gazeteciler aynı yerde sabit noktada durmaktan
sıkılıp, hep aynı şeyi çektiklerini ileri sürerek odadan birer
ikişer ayrıldılar. Odanın kapısı ardına kadar açık, yatağa Hürriyet’ten
rahmetli Necmi Onur oturmakla yatmak arası uzanmış, mırıldanarak
şarkı söylüyor. Camdan dışarı bakıyorum, Çin lideri Mao’nun posterlerini
taşıyan bir grup meydana giriş yapıyor. Heyecanla “Necmi ağabey
Mao resimleri taşıyanlar geçiyor” diyorum. Necmi ağabey “Geçer
efendim geçer” diye mırıldanmaya devam ediyor. Diğer pencereye
koşuyorum “Necmi ağabey, orak çekiçli bayraklar geçiyor” diyorum.
“Geçer efendim geçer, o da geçer” diye uzandığı yerden şarkı mırıldanmaya
devam ediyor.
Ben de sıkıldım artık, odadan ayrılıp miting alanında kalabalığa
karışıp, çekime devam ettim.
Akşam oldu, gazeteye çalışma mesaim bitti, çektiklerimle gazeteye
döndüm. Aracıma atlayıp bu defa oteldeki çalışmam için gazeteden
ayrılırken fotoğraf direktörüm rahmetli Çetin Şencan “Oğlum bu
günde arabanla gitme, şimdi bu kalabalıkta Taksim’e nasıl gireceksin,
giremezsin, götürme arabanı" diye defalarca kızarak uyardı.
“Ben girerim arka yollardan, siz beni merak etmeyin deyip” Cağaloğlu’ndan
yola çıktım. Bir grubun Saraçhaneden Taksim’e yürüyüşe geçmek
üzere beklediği şeklinde duyumlar almıştım. Sahil yolunu kullanarak
Fındıklı’yı geçmiş, Kazancı Yokuşunun arka sokaklarından Taksim’e
yaklaşmış, yokuşun altında bulunan Maksim Gazinosunun oto parkına
dek gelebilmiştim. VW’ yi park edip otele personel kapısına yöneldim.
Makineyle gelirse kesinlikle içeri almayın...
Hem gazeteye, hem de otele fotoğraf makinemle gelip çalışmamdan
otel idaresi pek hoşnut değildi. Müdürler 1 Mayıs günü elimde
makine foto muhabirliği yaptığımı da görmüşlerdi. Otel müdürü
Mr Richter ile muhasebe müdürü Mr Fattallah aralarında konuşurlarken,
su servisi yapan barmen arkadaşım duyuyor ve bana iletiyor. “Akşam
otele makineyle gelirsen seni içeri almayacaklarmış” diyor. Bunu
öğrendiğim için gündüz çalışmamda otelden ayrılırken 80–200 zoom
teleobjektifi naylon torbaya sarıp roof barda ki kırık buz makinesinin
altına saklamıştım. Üzerinde 24 mm geniş açılı objektif olan Nikon
F2 fotoğraf makinemi, Merhaba Bara bitişik, Taksim Meydanını gören
cepheli Kazan Restoranda, duvara sabit dayalı koltuk kanepesinin
arka boşluğuna, flaşımı, boş filmimi içki şişelerinin dolap altına
koyup, otelden boş çantayla öyle çıkmıştım. Akşam gelince de elimi
kolumu sallayarak, giriş yapmış, kart basıp kasiyerlik mesaime
başlamıştım. Otel miting nedeniyle çok kalabalık değildi, 18.00
de açılan Merhaba Barda 7–8 turist dışında kimseler yoktu. Kasayı
açtıktan hemen sonra yan salona geçip Kazan Restoranın tavana
kadar cam duvar gibi yükselen pencerelerinden meydana bakıyordum.
Önümdeki kompozisyonda biri sol yumruğunu, yanında ki kişi sağ
yumruğunu kaldırmıştı, aralarından kürsüde konuşma yapan Kemal
Türkler görünüyordu. Tamam, bu güzel bir fotoğraf, bunu çekmeliyim
diye düşünüp, koltuk arkasına sakladığım fotoğraf makinemi alıp
yine cama geldim.
Olaylar başlıyor.
Saat 18.15 – 30 da olabilir, cin mısırı patlar gibi silah sesleri
duyulmaya başladı. Sesler aralıksızdı. Taksimde bulunan tüm kalabalık
AKM tarafına doğru panik halinde kaçıyor, bir direğin arkasına
3–5 kişi sığınarak direği siper yapıyordu. Kemal Türkler ve görevliler
mikrofondan “sakin olalım arkadaşlar” diye faydasız anonslar yapıyorlardı.
Mitinge katılanların bir bölümü ise Taksim gezi tarafına duvara
asılı olan Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz pankartı tarafına
yönelmişti. Taksim anıtı çevresi, otobüs durağı, park eden araçların
etrafı ise yere yatıp birbirlerini siper yapanlarla yer görünmez
olmuştu. İlk iş Merhaba Bara dönüp telefonla gazeteyi aradım,
çok geç açılan telefonda istihbarat servisinde nöbetçi bırakılan
arkadaşa çatışmanın başladığını söyledim, kapadım. Malum 1. Mayıs
aynı zamanda Hürriyet Gazetesinin kuruluş yıldönümü olduğu için,
tüm yazı işleri kadrosu, yöneticiler Harbiye Hilton Otelde kokteyldeler!
İntercontinental Otelin içi bir anda boşalmıştı, Merhaba Bar’da
kalanlar koltuklardan kalkıp, bar tezgâhının altına halıların
üzerine kıvrılmışlardı.
O
vaziyette fotoğraflarını çekip, lobiye çıktım. Arkadaşımın çalışırken
olaylar yüzünden aniden terk ettiği kitapçı dükkânının kepenklerini,
olası yağmaya karşı bir tedbir olarak kapadım. Otelin döner kapısı
içinde bir patlama oldu, turnike kapı yerinden çıkmış içeriye
yaralılar taşınıyordu, polislerde vardı. Otel müdürü Richter iki
eli cebinde yürüyen merdivenlerden aşağı bakıyordu.
Tam o sırada flaşı patlatıp fotoğrafını çektim. Bu bardağı taşıran
son damla oldu. Müdür hışımla bana doğru geliyor, bende Merhaba
Bar tezgâhı arkasından geçerek Kazan Restorana doğru hızlı adımlarla
arkama bakmadan kaçıyordum. Kapıyı açıp içeri girdiğim anda camı
delip geçen kurşunlar yüksek duvarların tavana yakın yerlerine
saplanıyordu.Yaşanan durumun şakası yoktu, Tam manasıyla can pazarıydı,
ortamı gören Mr Richter arkamdan daha fazla gelemedi, yaylı kapı
açıldığı gibi kapandı. Peşimdeki müdürden kurtulmuştum.
Camı delen kurşunlara aldırmadan tekrar pencereye yaklaştım. Milliyet
gazetesinden spor muhabirliği yapan bir arkadaş halının üzerine
yatmıştı, benim pencerede fotoğraf çektiğimi görünce “Aptal vurulacaksın
yat yere “ diye bağırıyordu.
Bir şey çekmeliydim, stajyer, acemi foto muhabirliğinden sıyrılıp,
kendimi gazetenin tecrübeli elemanlarına karşı ispatlamam lazımdı,
kahramanlık, azim, aptallık, acemilik hepsi bende vardı. Niçin
ve neler olduğu hakkında hiçbir bilgim yoktu. İşte o meşhur fotoğraf
o anda o ruh durumu içinde çekildi. Çok geçmeden sanki kurşunlar
perdeden geçmeyecekmiş gibi perdenin arkasına saklanıp birkaç
kare daha çektiğimi anımsıyorum.
O yıllarda ateş eden adam fotoğrafı çekmek çok sık görülen bir
şey değildi, önemliydi. Kazan restoranın salonunda Kazancı yokuşuna
doğru koştuğumda gözlerime inanamadım.
Bir kare fotoğrafta 30'dan fazla ölü yatıyordu
Otelin camları kalındı vitrin camı gibi belki 10 mm belki 12 mm
filandı ve ben Taksim Meydanı hizasından bir otel katı yüksekteydim.
Ön planda Kemal Türkler’in miting konuşmasını teksir makinesinde
çoğaltıp dağıtanların olduğu açık kasalı bir kamyon, altında,
çevresinde yerde yatan cansız bedenler, henüz yaralanmış olanlar,
hastaneye, kaçırılır gibi taşınanlar vardı.
Benim ilk gördüğüm tabloda sanki ölü sayısı 30’dan fazla gibiydi.
Bu arada yerde yatanların üzerine belki baygındır, belki canlanırlar
diye su sıkılmıştı. Köşe başında ki Pamuk Eczanesi yanından yokuşa
inen basamaklar ıslaktı.
Gördüklerime inanamıyordum, bir başka deyişle hayatımda hiç bu
kadar ölüyü bir karede görmemiş, fotoğrafını çekmemiştim. Gözüme
de fotoğraf makinemin içinden gördüklerime inanamıyordum, gördüklerim
gerçek mi diye makinemi kenara çekiyor, çıplak gözle bir daha,
bir daha bakıyordum.
Çekilen filmleri toplayıp, gazeteye götüren arkadaşım bir kez
daha otele geldi, “Sende film var mı” dedi. Şok içindeydim, "Acayip
şeyler çektim” dedim, filmleri alıp gitti. Stajyer muhabir olduğum
için gazeteden bana öyle çok film vermezlerdi. Zaten 36 pozluk
bir renkli bir siyah beyaz filmim vardı, çok idareli kullandığım
halde onları da tam bitirmeden vermiştim. Bende kalan parça renkli
filmi makineme taktım.
Garson arkadaşlarımdan biri ile karşılaştım. Maksim oto parkında
benim VW’nin yanında çatışma olduğunu haber vermişti. Asansöre
binip hızla roof bara çıktım. İş işten geçmişti!
Tekrar lobiye indiğimde çatışmalar bitmiş, kurşun sesleri susmuş,
asker meydana girmişti. Sağa sola giden panzerler durmuş, kalabalık
püskürtülmüş, yerler pankart sopaları, pankartlar, bez afişler,
flamalar ile doluydu. Büyük şok yaşıyor, arkadaşlarımdan bir haber
alamıyordum. Cep telefonu yoktu, birbirimizle iletişim kuramıyorduk.
Birçok ölü görmüştüm, kim vuruldu, kim kaldı bilmiyor, hepsini
merak ediyordum.
Fotoğraf çekerken camı delip geçen kurşun deliklerinin bir tanesi
içinden Taksim Meydanı’nın son halini çektim.
Dört muhabir arkadaş kısa süre sonra otelde bir araya geldiler.
Düşündüm ve karar verdim, ne olacaksa olsundu, para kasamı dolaba
kilitleyip, gazeteye arkadaşlarla beraber dönmek üzere, hiç kimseden
izin almadan iş yerimi terk ederek, otelden ayrıldım.
Çektiğim fotoğrafları, nasıl çıktıklarını da merak ediyor, bir
an önce görmek istiyordum.
Maksim Gazinosu oto parkına doğru gazeteden dört arkadaşla inerken
bir çocuk yanımıza gelip, avucunda ki kopuk kulağı göstererek
fotoğraf çekmek ister misiniz diye sormuştu!
Ağlayabilsem açılacaktım
Boğazım düğümleniyor, boğuluyor gibi oluyor, ağlamak istiyor,
ağlayamıyordum. VW’nin yanına geldiğimde kapı üstlerinde kurşun
delikleri, kaportada sopayla vurularak oluşmuş çukur izleri, etrafa
mercimek tanesi gibi dağılmış havalı camın parçaları vardı. Ellerimizle
koltukların üzerinde ki camları itip oturduk. Bu durumda direksiyon
başına geçmek benim için zor oldu, başka da araç yoktu. Sinirlerimiz
bozulmuştu, yol boyunca gazeteden tekrar görev verirlerse gitmeyelim
diye ağız birliği yaparak geldik, hızla arabadan inenler gazeteye
girdiler. Gelip geçenlerin meraklı ve biraz da acıyarak baktıkları,
camları kırık savaştan çıkmış gibi görünen VW’ yi gazete önüne
bırakıp, ben de servise çıkmıştım.
Beni ilk olarak muhabir Sinan Kana görmüş, hızla şefin adasına
girerken “Şef, şef Haluk’ta geldi, tamamlandık, eksiksiz tam kadroyuz”
diye bağırıyordu. En son ben gelmiştim ve herkes beni merak etmişti,
çektiğim fotoğraflar konuşuluyordu. Daha fazla kendimi tutamadım,
film kestiğimiz karanlık odaya girdim, çömeldim ve gözlerimden
yaşlar boşalmaya başladı. Bir arkadaşım vişne Meysu içirerek,
metanetli olmam için moral vermeye, foto muhabirliğinin böyle
bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Olay anında birçok arkadaş oradaydı, makaralarca film çekilmişti.
Dakikalarca süren silah sesleri arasında süren olaylarda mutlaka
birinin bir şeyler çekmiş olması lazımdı, fakat aranan fotoğraf
defalarca gözden geçirilen film kareleri arasında bulunamamıştı.
Yazı işlerinde çalışanlar, muhabirler çılgına dönmüşlerdi. Ve
nihayet aranan estantene benim siyah beyaz negatif filmde bulunmuş,
süratle karta basılarak yazı işlerine teslim edilmişti. İşte ben
tam o sırada servise girmiştim sevgi, kutlamayı bakışlarda görüyordum.
Ben serviste fotoğrafı nasıl çektiğimi heyecanla anlatırken, Hürriyet
Gazetesi Haber Ajansında görevli Mehmet Biber film labaratuarına
girip, o kareden bir baskı daha alarak fotoğrafı AP ajansına götürmüş,
AP de tüm dünyaya servis geçmişti.
Sabah gazeteye geldiğimde 10 sütunluk Hürriyet'te tam sayfa renkli
34 ölü görünen fotoğrafım, iç sayfalarda diğerleri vardı.
Sarı basın kartım yoktu, kadrolu da değildim, stajyer olmama rağmen
toplu imzada benim de adım yazılıydı.
Fotoğraf servisi şefim rahmetli Çetin Şencan da kullanılan fotoğraftan
hoşnut değildi, daha etkileyici fotoğraflar olduğunu söyleyip,
yazı işlerinin seçimine surat asıyordu. Çetin ağabey haklımıydı
bilemem ama ben tek fotoğrafla günü özetlemiştim...
Ertesi günlerde ABD’nin ünlü gazetesi Herald Tirubune, Almanya’nın
yüksek tirajlı dergisi Stern, Der Spiegel gibi birçok yayın organında
bu fotoğraf bu şekilde AP imzalı yayınlanmıştı...
İş yerinden izin alıp VW’ yi kaportacıya götürdüm, kapı üstünde
ki kurşun deliğine macun doldurdu, kırılan Alman malı orijinal
camlar yerine, köşesinde Paşabahçe Çayırova yazılı oto camları
taktı, vuruk yerleri sabırlı çekiç darbeleri ile şişirip düzeltti.
1977 yılındaki bu çalışma sonrası kazanılmış tecrübe nedeniyle
78–79–80–81 yıllarında hep 1 Mayıslar öncesi bütün gece sabaha
kadar hep ben görevlendirilirdim.
Kiminde panzerler, kiminde tanklar, kiminde korsan yürüyüşler
ön plana çıktı. Taksim’e sancak çekildi…
60 lı yıllar ve öncesinde 1 Mayıs Bahar Bayramı olarak kutlanırdı.
Tatil günüydü. Kır çiçekleri, bahar dalları arasında o gün herkes
pikniğe giderdi. Emirgan Korusunda açan laleleri görmeye gidenler
de olurdu. Annelerimiz zeytinyağlı biber dolması, kuru köfte,
patates kızartır, yumurtalar haşlar, yanımıza verirdi. Piknik
kumanyamızla Galata Köprüsünde ki 5 no lu adalar vapur iskelesinden
Büyükada’ya giderdik, ekmek ve birer şişe de Tekel birası aldık
mı, arkadaşlarla doğrucana dil burnuna kadar yürür, pikniğe başlardık.
Karpuz kabuğu suya düşmeden denize girilmez diye bir söz vardı,
hava güzelse Yörük Ali plajında o söze aldırmaz, denize bile girerdik.
Sonrada hasta olur azar işitirdik.
1 Mayıs’ta kutlanan Bahar Bayramları, İşçi Bayramı olarak kutlanır
olmuştu… Gün geldi 1 Mayıslar ve 27 Mayıslar karşılıklı olarak
tatil günü olmaktan çıkartıldı…
34 ölü ile sonuçlanan ve üzerinden 30 yılı aşkın süre geçmiş olan
"Taksim 1 Mayıs 1977" kutlamaları ise hafızalarda derin
ve acı izler bıraktı…
|